Geceleyin orman, önüm sıra, bitimsiz bir karanlık gibi uzanıp gidiyordu. Dolunay ışıltıları ağaçların yapraklarına vuruyordu. Dalların hışırtılarına karışmış vahşi hayvan çığlıkları, ormauın derinliklerinden kopup, barbar kamçıları gibi kulaklarıma iniyordu.
Uzak diyarlardan gelmiştim. Donuk ay ışığının aydınlattığı gecede, ucu çatallı, ahşap asama tutunarak tepeye ulaşmaya çalışıyordum. Asamı, ucunu yoklaya yoklaya zemine saplıyor, oradan aldığım güçle bir adım daha atıyordum. Bu, kaç yüz bininci adımdı; bilemiyordum. Yorgunluktan ölecek gibiydim. Asırlardır tepeye tırmanıyordum sanki. Kan ter içinde kalmış, kara cübbemin kapişonunu enseme sıyırmıştım. Örgülü ak saçlarım, ak sakallarım çıkmıştı ortaya. Çakallar uluyordu yamaçlar boyunca. Ve yırtıcı kuş sesleri yankılanıyordu tepelerde. Vadinin dibinden yükselen dere çağıltısı tepeye kadar ulaşıyordu. Son gücümü harcayarak taş manastıra ulaştığımda kalbim küt küt atıyordu. Manastırın önündeki taşlıkta, yol boyunca taşıdığım kandilimi yaktım. Ölgün ışıklar yüzyıllardır unutulmuş taş duvarlarda titredi. Hemen adımlarımı o ürpertici duvarlara doğru sıraladım. Sonra durup ayak seslerimin yankılanmalarını dinledim. Bir hayat emaresi aradım. Bulamadım. Bir ses duymak istedim. Duyamadım. Titrek kandil ışığında, karşıma çıkan devasa ahşap kapıyı araladım. İçeri girdim. Kandilimin ışığı, zifiri karanlığı böldü, aydınlattı. Taştan zemin üzerinde orta yerde bir masa duruyordu. Masanın çevresinde on iki kara cübbeli adam oturuyordu. Hiç konuşmaksızın, hiç kıpırdamaksızın, başları önlerine eğik öylece duruyorlardı orada.
“Ben geldim!” diye seslendim.
Kimse dönüp bakmadı. Sesim yankılandı masif duvarlarda. Titreşimler yarasaları ürküttü. Karanlıkta kanat çırpan yarasaların yarattığı patırtı arasında koca bir Hint vazosu devrildi yere. Büyük bir şangırtı ile parçalandı. Masanın çevresinde oturan kara cübbelilerden biri de peşisıra devrilip yana düştü. Doğrulup kalkmasını bekledim. Kıpırdamadı bile. Öylece devrildiği yerde kaldı. Ona yaklaştım. Eğildim. Onu yerden kaldırmak istiyordum. Bir elimde kandil, diğer elimle yakasından tuttum ve çektim. O anda cübbenin kapişonunun içinde duran bir kuru kafa ile yüzyüze geldim. Korkudan onu tutan elim çözüldü. Sırt üstü yere düştü iskelet. Kurukafa, taşlara çarpıp gövdeden ayrıldı. Kemikten bir top gibi iki kere yerde sekti. On iki kara cübbelinin de iskeletleşmiş olduğunu farkettim o anda. Önce çok korktum. Sonra ise rahatsız oldum. Ve çok öfkelendim. Oysa söz vermişlerdi! Beni burada bekleyeceklerdi. Reddedilmiş Ruhlar Manastırı’na mesih olarak indiğimde onlar havarilerim olacaklardı. Tamam belki fazla bekletmiştim havarilerimi. Belki biraz ayıp olmuştu. Bir yere kıpırdamadan yüzyıllarca beni beklemişler ve kuruyup gitmişlerdi. Bu çok kötü olmuştu! Ama ben ne yapacaktım şimdi onlarsız?
“Reddedilmiş Ruhlar” için getirdiğim kitaplarımı kime okuyacaktım? Ben şimdi kimi tedip edecektim? Ben kimi arıtacak, kimi sağaltacaktım? Kimi aydınlatıp yollara salacaktım? Hangi tapınakların revaklarında kabartma olarak yer alacaktım? Hangi tarihin mutantan söylencelerinde, efsane ve menkıbelerinde güzide yerler tutacaktım? Cinler, periler ve iblisler hakkındaki planlarımı kime açıklayacaktım? Kime öte dünyalardan ibret meselleri anlatacaktım? Kimi takdis edip günahlarından soyunduracaktım?
Diyelim ki artık hiç kimseyi!.. Peki öyleyse bugünden kelli ben ne işe yarayacaktım?
Oysa bin yıllardır biriktirmiştim ben bu bilgelik yazıtlarını. Cilt cilt parşomenlere nakşetmiştim tüm algıladıklarımı. Risalelerim birleşip koca koca kitaplar olmuştu. Ben şimdi ne yapacaktım bu güzelim kitapları?
Ağlamaklı oldum. Hatta ağladım. Diz üstü çöktüm. Yere kapandım. Kana kana ağladım. Geç kalmıştım yine. Çünkü bana vahyedilenleri çok geç anlamıştım. Uzun, çok uzun sürmüştü dünyanın sırlarını anlamam. Reddedilmiş ruhlardan biri olduğumu, bu sefil insancıkların beni asla aralarına almayacaklarını, attığım her adımda beni lanetleyeceklerini, bana eziyet etmekten zevk duyacaklarını anlamam bile yüzyıllar sürmüştü. Tam bana öğretilenleri öğrenip kitaplara nakşettim ve erişip buralara geldim; bir de baktım ki; her zamanki gibi, iş işten geçmiş. Bana inanma olasılığı olan, beni reddetmeyecek olan ve beni sonsuzluklara taşıyacak olan son kişiler de göçüp bu dünyadan öte alemlere gitmiş.
Boşa geçirdim işte yalan dünyayı. Boşa gitti bütün hayatım ve yaptıklarım ve başardıklarım ve asarım.
Kapaklandığım yerden doğruldum. Oturdum bin yıllardır beni beklemekten kurumuş havarilerimin iskeletlerinin arasına. Başladım saya döke ağlamaya. “Ben neden yazdım? Ben neden yazdım? Madem ben asarımı bitirene kadar çürüyüp gidecektiniz ey güzel insancıklar, neden bana yazdırdınız bunca yüzyıl?” diye yakınıp dövünüp ağladım.
Madem benim kitaplarımı okuyacak kimse kalmadı, artık yaşamanın ne anlamı var, diye düşündüm. Hayıflandım. Bu beyhude hayatı behemahal bitirmek gerektiğine karar verdim. Tam bunun yöntemini seçmek üzere davranacaktım ki Reddedilmiş Ruhlar Manastırı’na gelirken ne pahasına olursa olsun yolda hiçbir yerde bırakmadığım, yogunluktan ölsem de atmadığım çıkınımdaki kitaplarıma takıldı gözüm. Çıkardım onları ortaya.
“Hımm,” dedim kendi kendime; “Bu sefil hayata bir son vermek gerektiği doğru. Ama geride kalacak bu parşomenler ne olacak? Bu koca koca kitaplar ne olacak? Bin yıllarımı verdiğim bu mukaddes külliyat ne olacak?!”
Durdum ve düşündüm. Ya ben ölüp gittikten sonra birisi bu parşomenleri bulup kendi menfaati için kullanırsa? Saçmalama dedim daha sonra kendi kendime? Sen ölüp gittikten sonra kim, ne yaparsa yapsın! Ne anlamı var ki?! Sana ne?!
Bu mantık yürütmenin haklılığından dolayı biraz içerledim. Sonra da işkillendim. Rahatsız oldum. Ben koca bir ömür, bin yılların bilgeliğini, bana vahyedilenleri, buluş ve tanıklıklarımı damıtıp parşomenlere geçireceğim, koca koca kitaplar yapacağım; tam kendileri de reddedilmekten dolayı büyük acılar çekmiş havarilerime tebliğ edecekken, onların asırlar boyu beni beklemekten çürüyüp gittiklerini göreceğim ve öfkemden yaşamıma son vereceğim ve sonra gelip bir sefil ölümlü bunları bulacak! Ve keyfince kullanacak!
“Olmaz!” diye haykırdım bulunduğum yerde! “Bu haksızlığa izin veremem!”
Sonra yaptığım saçmalığa kendim bile şaştım. Burada kimse yoktu ki; reddedilmiş ruhların geride bıraktıkları iskeletlerinden başka!.. Kim beni duyacaktı ki? Aklı başında insanlar gibi düşünüp taşınıp ona göre mantıklı bir karar vermeliydim. Ne derdi Romalılar: “Amare et sapere vix deo conceditur!” Yani: “Sevmek ve aklıbaşında olmak sadece Tanrı’ya mahsus değildir!” O halde ben de aklı başında davranabilirdim. Evet, aklıbaşında bir çözüm bulmalıydım!
Ama ne?
“Yakayım!” dedim, büyük bir buluş yapmışçasına!”Yakmalıyım onları!” diye gururla haykırarak ekledim yine. Bağırtıma yine yarasaların kanat çırpışları cevap verdi. Bu kez aldırmadım.
Evet, onları yakmalıydım ki hiç kimse bulamasın, yararlanamasın; hiç kimse haketmediği bu bilgelik hazinesine konmasın. Evet, kesinlikle konmasın. Çünkü konmamalılar. Çünkü beni reddettiler. Reddedilmiş ruhlar arasına ittiler. Sadece beni mi; doğruluk adına, erdem adına hareket eden herkesi kovdular medeniyetlerinden. Yüzyıllarca yeraltında yaşadım. Yarasalarla, çiyanlarla, karanlık ruhlarla... Azap çektim ve süründüm. Bir tanesi bile merhamet edip bir gün göstermedi bana. İsyan ettim hepsine. Tam havarilerimi bulup onları irşad edecektim ki külliyatımın hazır olmadığını farkettim. Külliyatımı oluşturmaya oturduğumda ise korkunç gerçekle karşılaştım. Bizi reddeden medeniyetin günahı ve laneti o denli büyüktü ki hepsini yazmaya yüzyıllar yetmedi. Tam; “Bu kadar yeter, artık havarilerime gitmeliyim,” dedim, çalışmamı toparlayıp koşup geldim ki bir de ne göreyim tüm insanlığı sağaltacak Reddediliş Risaleleri’ni bekleyen inanmışların hepsi asırların arasında çürümüş gitmiş. Şimdi; tüm erdemliler sürgünde, yeraltında, reddedilmişler manastırlarında çürüyüp gitmişken, geriye tek bir doğru insan kalmamışken, ben bu külliyatımı neden düşmanlarıma ve bu felaketlerin müsebbiplerine kaptırayım?!
“Buna izin vermeyeceğim!” dedim.
Hiddetle ayağa kalktım. Salonun hemen köşesinde yer alan şömineye yaklaştım. Ciltlenmiş parşömenlerin hepsini oraya attım. Elimdeki kandili üzerlerine doğru uzattım. Hepsini yakacaktım. Bin yıllar boyunca yazdığım bunca eseri cayır cayır yakacaktım. Tek gayem insanlığa külliyatımdan tek bir kırıntı bile bırakmamak, bu şekilde onları hakettikleri karanlıkta bırakmak, cezalandırmaktı.
Kandil elimde titredi. Onu kitapların üstüne bırakmak ve bu çağ yangınını başlatmak istedim. Ama yapamadım. Sanki eksik olan bir şey vardı. Düşündüm. Düşündüm ve;
“Reddedilmiş Ruhların Bin Yıllık Parşömenleri: Şimdi yanacaksınız!” dedim.
Sanki biri bana cevap verecekmiş gibi bekledim. Hiçbir şey olmadı. Aslında buna bozuldum. Ama belli etmedim. “Kime bozuldun; kime belli etmedin?” diye sormasın kimse? Manastırda canlı kimsenin olmadığını çok çok iyi biliyordum. Ama yine de hiçbir şey belli etmemek üzere davrandım. Tamam, itiraf ediyorum. O iskeletlerin içindeki ruhların, kişilerin, reddedilmişlerin, öldüğüne, toz ve kül olup gittiğine, bu dünyadan göçtüğüne ve tamamen bir hiç olduklarına inanmıyordum. Sanki onlar canlanıp kalkıp benle konuşmaya başlayacaklardı. Sanki bu yeni görüntüleri de reddedilmiş ruhların yayacağı yeni ruhani düşünüşün olmazsa olmaz bir adımıydı. Sanki, sanki onlar hayattaydı. Yani başka tür bir hayatta...
Bunları düşünürken gayri ihtiyari diz çöktüm. Bir bıçak çıkardım çıkınımdan. Örgülü ak saçlarımı dibinden kestim. Kitapları geri alıp bir zamanlar belime kadar uzamış saçlarımı şömineye attım. Kandili uzatıp önce saçlarımı yaktım. İtiraf edeyim bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bu konuda sadece bir tahminim var. Düşünmek için zaman kazanmak amacıyla bu tuhaflığı yapmış olabilirim. Ama saçlar bir çırpıda yandı bitti; kül oldu!
Geride yanıt verilmesi gereken çok önemli sualler bırakarak!
Kimim ben ve neredeyim? Nerede benim reddedilmiş ruhum? Nerede benim fani gövdem? Ve nerede benim biricik fakir yaşamım? Nerede benim sevdiklerim? Ve düşlediklerim? Nerede benim havarilerim? Ve risalelerim?
Ve benim bin yıllarımı verdiğim parşomenlerim; kitaplarım yanmalı mı?
Yoksa; çoktan lanetlenmiş bir geleceği sağaltmak için, kendilerini keşfedecek, helal süt emmiş, meçhul bir insan evladına miras mı bırakılmalı?
Reddedilmiş Ruhlar Manastırı
Geceleyin orman, önüm sıra, bitimsiz bir karanlık gibi uzanıp gidiyordu. Dolunay ışıltıları ağaçların yapraklarına vuruyordu. Dalların hışırtılarına karışmış vahşi hayvan çığlıkları, ormauın derinliklerinden kopup, barbar kamçıları gibi kulaklarıma iniyordu.
Uzak diyarlardan gelmiştim. Donuk ay ışığının aydınlattığı gecede, ucu çatallı, ahşap asama tutunarak tepeye ulaşmaya çalışıyordum. Asamı, ucunu yoklaya yoklaya zemine saplıyor, oradan aldığım güçle bir adım daha atıyordum. Bu, kaç yüz bininci adımdı; bilemiyordum. Yorgunluktan ölecek gibiydim. Asırlardır tepeye tırmanıyordum sanki. Kan ter içinde kalmış, kara cübbemin kapişonunu enseme sıyırmıştım. Örgülü ak saçlarım, ak sakallarım çıkmıştı ortaya. Çakallar uluyordu yamaçlar boyunca. Ve yırtıcı kuş sesleri yankılanıyordu tepelerde. Vadinin dibinden yükselen dere çağıltısı tepeye kadar ulaşıyordu. Son gücümü harcayarak taş manastıra ulaştığımda kalbim küt küt atıyordu. Manastırın önündeki taşlıkta, yol boyunca taşıdığım kandilimi yaktım. Ölgün ışıklar yüzyıllardır unutulmuş taş duvarlarda titredi. Hemen adımlarımı o ürpertici duvarlara doğru sıraladım. Sonra durup ayak seslerimin yankılanmalarını dinledim. Bir hayat emaresi aradım. Bulamadım. Bir ses duymak istedim. Duyamadım. Titrek kandil ışığında, karşıma çıkan devasa ahşap kapıyı araladım. İçeri girdim. Kandilimin ışığı, zifiri karanlığı böldü, aydınlattı. Taştan zemin üzerinde orta yerde bir masa duruyordu. Masanın çevresinde on iki kara cübbeli adam oturuyordu. Hiç konuşmaksızın, hiç kıpırdamaksızın, başları önlerine eğik öylece duruyorlardı orada.
“Ben geldim!” diye seslendim.
Kimse dönüp bakmadı. Sesim yankılandı masif duvarlarda. Titreşimler yarasaları ürküttü. Karanlıkta kanat çırpan yarasaların yarattığı patırtı arasında koca bir Hint vazosu devrildi yere. Büyük bir şangırtı ile parçalandı. Masanın çevresinde oturan kara cübbelilerden biri de peşisıra devrilip yana düştü. Doğrulup kalkmasını bekledim. Kıpırdamadı bile. Öylece devrildiği yerde kaldı. Ona yaklaştım. Eğildim. Onu yerden kaldırmak istiyordum. Bir elimde kandil, diğer elimle yakasından tuttum ve çektim. O anda cübbenin kapişonunun içinde duran bir kuru kafa ile yüzyüze geldim. Korkudan onu tutan elim çözüldü. Sırt üstü yere düştü iskelet. Kurukafa, taşlara çarpıp gövdeden ayrıldı. Kemikten bir top gibi iki kere yerde sekti. On iki kara cübbelinin de iskeletleşmiş olduğunu farkettim o anda. Önce çok korktum. Sonra ise rahatsız oldum. Ve çok öfkelendim. Oysa söz vermişlerdi! Beni burada bekleyeceklerdi. Reddedilmiş Ruhlar Manastırı’na mesih olarak indiğimde onlar havarilerim olacaklardı. Tamam belki fazla bekletmiştim havarilerimi. Belki biraz ayıp olmuştu. Bir yere kıpırdamadan yüzyıllarca beni beklemişler ve kuruyup gitmişlerdi. Bu çok kötü olmuştu! Ama ben ne yapacaktım şimdi onlarsız?
“Reddedilmiş Ruhlar” için getirdiğim kitaplarımı kime okuyacaktım? Ben şimdi kimi tedip edecektim? Ben kimi arıtacak, kimi sağaltacaktım? Kimi aydınlatıp yollara salacaktım? Hangi tapınakların revaklarında kabartma olarak yer alacaktım? Hangi tarihin mutantan söylencelerinde, efsane ve menkıbelerinde güzide yerler tutacaktım? Cinler, periler ve iblisler hakkındaki planlarımı kime açıklayacaktım? Kime öte dünyalardan ibret meselleri anlatacaktım? Kimi takdis edip günahlarından soyunduracaktım?
Diyelim ki artık hiç kimseyi!.. Peki öyleyse bugünden kelli ben ne işe yarayacaktım?
Oysa bin yıllardır biriktirmiştim ben bu bilgelik yazıtlarını. Cilt cilt parşomenlere nakşetmiştim tüm algıladıklarımı. Risalelerim birleşip koca koca kitaplar olmuştu. Ben şimdi ne yapacaktım bu güzelim kitapları?
Ağlamaklı oldum. Hatta ağladım. Diz üstü çöktüm. Yere kapandım. Kana kana ağladım. Geç kalmıştım yine. Çünkü bana vahyedilenleri çok geç anlamıştım. Uzun, çok uzun sürmüştü dünyanın sırlarını anlamam. Reddedilmiş ruhlardan biri olduğumu, bu sefil insancıkların beni asla aralarına almayacaklarını, attığım her adımda beni lanetleyeceklerini, bana eziyet etmekten zevk duyacaklarını anlamam bile yüzyıllar sürmüştü. Tam bana öğretilenleri öğrenip kitaplara nakşettim ve erişip buralara geldim; bir de baktım ki; her zamanki gibi, iş işten geçmiş. Bana inanma olasılığı olan, beni reddetmeyecek olan ve beni sonsuzluklara taşıyacak olan son kişiler de göçüp bu dünyadan öte alemlere gitmiş.
Boşa geçirdim işte yalan dünyayı. Boşa gitti bütün hayatım ve yaptıklarım ve başardıklarım ve asarım.
Kapaklandığım yerden doğruldum. Oturdum bin yıllardır beni beklemekten kurumuş havarilerimin iskeletlerinin arasına. Başladım saya döke ağlamaya. “Ben neden yazdım? Ben neden yazdım? Madem ben asarımı bitirene kadar çürüyüp gidecektiniz ey güzel insancıklar, neden bana yazdırdınız bunca yüzyıl?” diye yakınıp dövünüp ağladım.
Madem benim kitaplarımı okuyacak kimse kalmadı, artık yaşamanın ne anlamı var, diye düşündüm. Hayıflandım. Bu beyhude hayatı behemahal bitirmek gerektiğine karar verdim. Tam bunun yöntemini seçmek üzere davranacaktım ki Reddedilmiş Ruhlar Manastırı’na gelirken ne pahasına olursa olsun yolda hiçbir yerde bırakmadığım, yogunluktan ölsem de atmadığım çıkınımdaki kitaplarıma takıldı gözüm. Çıkardım onları ortaya.
“Hımm,” dedim kendi kendime; “Bu sefil hayata bir son vermek gerektiği doğru. Ama geride kalacak bu parşomenler ne olacak? Bu koca koca kitaplar ne olacak? Bin yıllarımı verdiğim bu mukaddes külliyat ne olacak?!”
Durdum ve düşündüm. Ya ben ölüp gittikten sonra birisi bu parşomenleri bulup kendi menfaati için kullanırsa? Saçmalama dedim daha sonra kendi kendime? Sen ölüp gittikten sonra kim, ne yaparsa yapsın! Ne anlamı var ki?! Sana ne?!
Bu mantık yürütmenin haklılığından dolayı biraz içerledim. Sonra da işkillendim. Rahatsız oldum. Ben koca bir ömür, bin yılların bilgeliğini, bana vahyedilenleri, buluş ve tanıklıklarımı damıtıp parşomenlere geçireceğim, koca koca kitaplar yapacağım; tam kendileri de reddedilmekten dolayı büyük acılar çekmiş havarilerime tebliğ edecekken, onların asırlar boyu beni beklemekten çürüyüp gittiklerini göreceğim ve öfkemden yaşamıma son vereceğim ve sonra gelip bir sefil ölümlü bunları bulacak! Ve keyfince kullanacak!
“Olmaz!” diye haykırdım bulunduğum yerde! “Bu haksızlığa izin veremem!”
Sonra yaptığım saçmalığa kendim bile şaştım. Burada kimse yoktu ki; reddedilmiş ruhların geride bıraktıkları iskeletlerinden başka!.. Kim beni duyacaktı ki? Aklı başında insanlar gibi düşünüp taşınıp ona göre mantıklı bir karar vermeliydim. Ne derdi Romalılar: “Amare et sapere vix deo conceditur!” Yani: “Sevmek ve aklıbaşında olmak sadece Tanrı’ya mahsus değildir!” O halde ben de aklı başında davranabilirdim. Evet, aklıbaşında bir çözüm bulmalıydım!
Ama ne?
“Yakayım!” dedim, büyük bir buluş yapmışçasına!”Yakmalıyım onları!” diye gururla haykırarak ekledim yine. Bağırtıma yine yarasaların kanat çırpışları cevap verdi. Bu kez aldırmadım.
Evet, onları yakmalıydım ki hiç kimse bulamasın, yararlanamasın; hiç kimse haketmediği bu bilgelik hazinesine konmasın. Evet, kesinlikle konmasın. Çünkü konmamalılar. Çünkü beni reddettiler. Reddedilmiş ruhlar arasına ittiler. Sadece beni mi; doğruluk adına, erdem adına hareket eden herkesi kovdular medeniyetlerinden. Yüzyıllarca yeraltında yaşadım. Yarasalarla, çiyanlarla, karanlık ruhlarla... Azap çektim ve süründüm. Bir tanesi bile merhamet edip bir gün göstermedi bana. İsyan ettim hepsine. Tam havarilerimi bulup onları irşad edecektim ki külliyatımın hazır olmadığını farkettim. Külliyatımı oluşturmaya oturduğumda ise korkunç gerçekle karşılaştım. Bizi reddeden medeniyetin günahı ve laneti o denli büyüktü ki hepsini yazmaya yüzyıllar yetmedi. Tam; “Bu kadar yeter, artık havarilerime gitmeliyim,” dedim, çalışmamı toparlayıp koşup geldim ki bir de ne göreyim tüm insanlığı sağaltacak Reddediliş Risaleleri’ni bekleyen inanmışların hepsi asırların arasında çürümüş gitmiş. Şimdi; tüm erdemliler sürgünde, yeraltında, reddedilmişler manastırlarında çürüyüp gitmişken, geriye tek bir doğru insan kalmamışken, ben bu külliyatımı neden düşmanlarıma ve bu felaketlerin müsebbiplerine kaptırayım?!
“Buna izin vermeyeceğim!” dedim.
Hiddetle ayağa kalktım. Salonun hemen köşesinde yer alan şömineye yaklaştım. Ciltlenmiş parşömenlerin hepsini oraya attım. Elimdeki kandili üzerlerine doğru uzattım. Hepsini yakacaktım. Bin yıllar boyunca yazdığım bunca eseri cayır cayır yakacaktım. Tek gayem insanlığa külliyatımdan tek bir kırıntı bile bırakmamak, bu şekilde onları hakettikleri karanlıkta bırakmak, cezalandırmaktı.
Kandil elimde titredi. Onu kitapların üstüne bırakmak ve bu çağ yangınını başlatmak istedim. Ama yapamadım. Sanki eksik olan bir şey vardı. Düşündüm. Düşündüm ve;
“Reddedilmiş Ruhların Bin Yıllık Parşömenleri: Şimdi yanacaksınız!” dedim.
Sanki biri bana cevap verecekmiş gibi bekledim. Hiçbir şey olmadı. Aslında buna bozuldum. Ama belli etmedim. “Kime bozuldun; kime belli etmedin?” diye sormasın kimse? Manastırda canlı kimsenin olmadığını çok çok iyi biliyordum. Ama yine de hiçbir şey belli etmemek üzere davrandım. Tamam, itiraf ediyorum. O iskeletlerin içindeki ruhların, kişilerin, reddedilmişlerin, öldüğüne, toz ve kül olup gittiğine, bu dünyadan göçtüğüne ve tamamen bir hiç olduklarına inanmıyordum. Sanki onlar canlanıp kalkıp benle konuşmaya başlayacaklardı. Sanki bu yeni görüntüleri de reddedilmiş ruhların yayacağı yeni ruhani düşünüşün olmazsa olmaz bir adımıydı. Sanki, sanki onlar hayattaydı. Yani başka tür bir hayatta...
Bunları düşünürken gayri ihtiyari diz çöktüm. Bir bıçak çıkardım çıkınımdan. Örgülü ak saçlarımı dibinden kestim. Kitapları geri alıp bir zamanlar belime kadar uzamış saçlarımı şömineye attım. Kandili uzatıp önce saçlarımı yaktım. İtiraf edeyim bunu neden yaptığımı bilmiyorum. Bu konuda sadece bir tahminim var. Düşünmek için zaman kazanmak amacıyla bu tuhaflığı yapmış olabilirim. Ama saçlar bir çırpıda yandı bitti; kül oldu!
Geride yanıt verilmesi gereken çok önemli sualler bırakarak!
Kimim ben ve neredeyim? Nerede benim reddedilmiş ruhum? Nerede benim fani gövdem? Ve nerede benim biricik fakir yaşamım? Nerede benim sevdiklerim? Ve düşlediklerim? Nerede benim havarilerim? Ve risalelerim?
Ve benim bin yıllarımı verdiğim parşomenlerim; kitaplarım yanmalı mı?
Yoksa; çoktan lanetlenmiş bir geleceği sağaltmak için, kendilerini keşfedecek, helal süt emmiş, meçhul bir insan evladına miras mı bırakılmalı?
İstanbul, 3 Haziran 2007
htakarsu@pen.org.tr
http://www.myspace.com/hikmettemelakarsu