Çevrenin Siyaseti Siyasetin Çevresi

23 Ağustos 2007, Perşembe
Temmuzu göremeyecek gölgem,
Ama kin duymuyorum kimseye,

Kimseye bir yaprak borcum yok
Ne de bir saman çöpü alacağım.

Giderek kendime benziyorum:
Tanık istemiyorum miracıma.

Özdemir İnce, Ot Hızı, Adam yayınları, İstanbul, 2002

Giriş

Neolitik çağla birlikte insanın çevre ile ilgili macerası başladı. İnsan, çevreyi kendi amaçları doğrultusunda on iki bin yıl boyunca çeşitli müdahalelerle kendi emrine almayı sürdürdü. On dokuzuncu yüzyıla varıldığında inorganik enerji teknolojisi kullanılmaya başlandı. Aynı insan, toplumsal düzeni de kapitalizm paradigması doğrultusunda oluşturdu. Kapitalist toplum bir yandan giderek artan bir ticaret ve üretim hacmi ile birlikte yirminci yüzyıl içerisinde nerede ise üstsel bir hızla artan miktarda enerji üretmeye ve tüketmeye başladı. Yirminci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde ise gerek sibernetik devrim gerekse genetik ilminin vardığı aşamalar sonucunda neolitik çağın sonuna varıldı. İnsanlık kendini ”biolitik” terimi ile ifade edilen bir dönem içerisinde buldu. Biolitik dönemin özelliği artık insan tarafından müdahale edilmeyen doğal bir çevre kalmamış olmasıdır.
Sibernetik devrimin getirdiği teknoloji sayesinde kapitalizm artık sadece üretim ve verimlilik parametrelerine bağımlı kalmaksızın “finans kapitalizmi”nin de olanakları sayesinde klasik kapitalist ve emperyalist dönemde tasavvur edilemeyecek kadar hacimli bir gelişme potansiyeline kavuştu. Genetik teknolojinin sunduğu olanaklar ise bitkisel ve hayvansal ürünlerin üretim potansiyelinin de nerede ise sınırsız biçimde artmasını sağladı.
Bugün finansal akımların günlük mertebesi 1500 milyar ABD doları ile 6000 milyar arasında tahmin edilmekte. Oysa Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin yıllık GSMH’sı 13000 milyar ABD doları düzeyinde.
En verimli, en üretken işletmelerin ciroları finans hareketleri ve borsa oyunları ile elde edilen astronomik rakamlara ulaşamamakta. Kapitalizm ulaştığı küreselleşme aşamasında kabesine finansı oturttu. En başarılı üretici firmalar kendilerini finans manipülasyonlarının oyuncağı haline gelmiş buldular. Küreselleşme, deregülasyon, delokalizasyon ve en önemlisi emeğin eğretileşmesi mekanizmaları sayesinde finans kapital mutlak egemenliğini oluşturdu.
Ancak küreselleşmenin baş etmek zorunda olduğu kimi olumsuz gelişmeler de dünyanın gündemine bir daha geri dönmemek üzere oturdu.
Başta gelir eşitsizliği olmak üzere oluşan çeşitli toplumsal eşitsizlikler ve giderek artan enerji tüketimine bağlı olarak dünya ekolojik sisteminin bozulmaya yüz tutması çevre sorunları ile uğraşan çeşitli disiplinlerdeki uzmanların doğal olarak ilgi alanı haline geldi.
Değerli katılımcılar, Hüseyin Ülkü ve Yücel Çağlar’ın bildirilerindeki sunumları da gözeterek Çevrenin siyaseti, siyasetin çevresi konusunda bazı sorunsallara işaret etmek, mümkünse birkaç hipotez öne sürmek ve küreselleşmenin gezegenimizde oluşturduğu yıkım ile ilgili olarak dünyada oluşan muhalefet odaklarının ve kimi düşünürlerin bir kısım edimlerinden söz ederek tartışma konuları açmayı deneyeceğim.
Çevrenin siyaseti, siyasetin çevresine iki ana sorunsal etrafında yaklaşacağım:
1-Metropolleşen dünya’nın aynı zamanda gecekondulaşması ve fakirleşmesi bağlamında kamusal alanın özelleşme ile hesaplaşması.
2-Küreselleşme aktörlerinin finans kapitalin krizine yeni teknolojik gelişmeleri kullanarak baş etme stratejileri karşısında küreselleşme karşıtı hareketlerin stratejileri ve bunların başarı şansları.

Gecekondu Gezegeni ve Kentsel Fakirlik

Mike Davis’in klasikleşmiş makalesi “Gecekondu Gezegeni” (Planet of Slums) küreselleşme ve kötü yönetim / yönetişim sonucunda geleneksel kentsel ve kırsal yörelerin ekonomik olarak çökmesi neticesinde oluşan devasa kentsel fakirlik alanlarını enine boyuna incelemekte. Birleşmiş Milletlerin 2001 tarihli araştırmalarında nüfusu 921 milyon olarak tahmin edilen gecekondu yerleşmeleri özellikle üçüncü dünya ülkelerinde kentsel nüfusun yüzde seksenine, dünyadaki kentsel nüfusun ise üçte birine ulaşmakta. Bu oranlar Etyopya Çad ve Afganistan’da yüzde doksan beşlerin üzerinde. Gecekondu bölgeleri nüfusunun yarısından fazlası yirmili yaşların altında ve gelir seviyesi günlük açlık sınırını karşılayamayacak düzeyde. Dünyada bu tür fakirlik adalarının sayısı iki yüz elli binin üzerinde tahmin edilmekte. Bazıları ülkelerini boydan boya kaplayabiliyor. Nijerya’da Abidjan’dan İbadan’a uzanan bölge 70 milyonluk bir kentsel ve beşeri fakirlik alanını içermekte. Söz konusu fakirlik alanlarında çevre koşulları kabul edilebilir her türlü standardın altında bulunmakta. Küreselleşme süreci devam ettiği takdirde 2030 – 2040’lı yıllarda dünya kent nüfusunun yarısının “kentsel fakirlerden” oluşacağı varsayılmakta.
Kentsel fakirleşme ile koşut olarak enformel sektör gelişti. Bu sektör öylesine oylum kazandı ki marjinal alanlarda çalışan nüfus artık günümüzde bir milyar olarak tahmin ediliyor. Dünya tarihinde sayıları en hızlı biçimde artan bir çalışanlar grubu, enformel çalışanlar grubu, yepyeni bir sosyal oluşum belki de sınıf yaratmış vaziyette.
Yapılan araştırmalar geleneksel iş organizasyonun unsurları olan devlet memurları ile formel proletaryanın giderek eridiğini, buna karşın enformel sektörün gelişmesi ile birlikte sosyal eşitsizliğin devasa boyutlara ulaştığını göstermekte.
Bir anlamda insanlığın nihayi ve son elekten geçirilme süreci tamamlanmış olmakta. Devasa bir enformel proletarya kitlesinin oluşması hem klasik Marksist hem geleneksel modernleşme teorilerinin öngöremediği bir olgu olarak gündeme gelmiş bulunmakta. Neticede her türlü eşitsizliğin giderek arttığı bir dünyada zengin kentsel bölgeleri / getoları (gated communities) giderek tehdit eden ve çevreleyen bir fakir ve enformel gecekondu kalabalığı ile karşı karşıya bulunmaktayız. Üstelik söz konusu enformel işgücü kalabalıkları, bilinen klasik sosyal iş organizasyonu modellerine uyum sağlamamakta, her türlü sosyal patlamaya zemin hazırlamaktadır.
Dolayısı ile bir yandan şımarık ve sorumsuz bir zengin azınlık, çevreyi çılgın tüketim kalıpları ile tüketip yok etmekte iken insanlığın tortusu haline dönüştürülmüş umarsız enformel proletarya kitleleri de her türlü kabul edilebilir standartların altında elverişsiz çevre koşulları içerisinde yaşam mücadelesi vermektedir.
Bir başka düşünür Hervé Kempf zenginlerin gezegenimizi nasıl sorumsuzca tahrip ettiklerini göz önüne sermekte.
“Zenginler Gezegenimizi Nasıl Tahrip Ediyor?” adlı eserinde Kempf, çevre sorunu ile sosyal eşitsizliğin birbirinden ayrılamaz bir bütün oluşturduğunu ve bu iki parametrenin inkar edilemez bir biçimde birbirlerini etkilediğini net bir şekilde ifade ediyor. Kempf, sosyal eşitsizliği giderme hedefinde, başarısızlık oluşursa kaçınılmaz sonucun aynı zamanda çevresel felaket olacağı tezini ortaya sümekte.
Kempf’e göre aşırı zengin, güçlü bir oligarşi, çalışan sınıfların sırtından elde ettikleri ile sürekli olarak servetini arttırken aynı zamanda gezegeni de geriye dönüşü olmayan bir biçimde tahrip etmekte. Kempf ekosistemin, biyosferin uğradığı tahribatın insanlık tarihinde bir benzerinin bulunmadığını örnekleri ile ortaya seriyor.
Kempf, zengin oligarşinin küreselleşme sistemi sayesinde kurduğu aşırı tüketim düzeninin de ekolojik felaketin başlıca nedeni olduğunu vurguluyor.
Bir başka görüşe göre artık hiper zenginlik “kamu düzenine” karşı bir tehdit oluşturmaktadır. (Patrick Viveret). Yeni kapitalistler Viveret’ye göre toplumların sosyal dokusunu bozmaktadır. Finansal cennetlerin (oversea) yasa dışılığına dikkat çeken Viveret, toplumları rayına oturtmak için yeni bir kavram (konsept) ortaya atmakta: Azami kabul Edilebilir Gelir (Maximum Acceptable Revenue).
Üçüncü dünya ülkelerinin Borçlarının silinmesi ile ilgili bir komitenin üyesi olan Julie Castro’nun iddiasına göre dünyadaki en büyük 793 servetten yani dolar milyarderlerinin bir bölümünden alınacak yüzde otuz mertebesindeki bir vergi sekiz yüz milyar ABD doları tutarında bir kaynak yaratacaktır. Bu meblağ öneri sahibine göre temel insani ihtiyaçları on yıllığına karşılamaya yetecektir.
Bu kavram küreselleşme karşıtı ATTAC hareketinin finansal transaksyonlar, akımlar üzerinde bir vergi alınması talebi ile benzerlik arzetmekte.
Yine gezegenimizin ekosisteminin çökmesi, çevre koşullarının kötüleşmesinin birinci derecede ve en fazla zarar görenleri fakir kesimler olmaktadır.
Küreselleşme, neokapitalizm, vahşi özelleştirmeler sonucunda kamusal alanı daralttı. Özel şirketlerin, çok uluslu şirketlerin sınırsız sömürü ve tahakkümü ise sosyal eşitsizliklerin yanı sıra çevre faktörlerinin bozulmasına yol açtı.
En basit ve en temel insan ihtiyaçlarının kamusal servislerin, su elektrik v.b. özelleştirilmesi ve giderek pahalılaşarak fakir kesimlerin alım gücü dışına çıkması ve dolayısı ile fakir kesimin sağlıklı çevresel servislerden mahrum kalması, bilindiği gibi bütün dünyadaki küreselleşme karşıtı hareketlerin mücadele alanlarının konularından birini oluşturmaktadır.
Öte yandan geleneksel kent bölgeleri de küreselleşmenin vahşi saldırısına maruz kalmaktadır. Mutenalaşma, (gentrification) mekanizmaları eski ve tarihi kent merkezlerinden orta sınıf, geleneksel esnaf ve zanaatkarları kovmakta, tarihi eğlence merkezlerini, okulları, hastaneleri, kütüphaneleri, çeşitli kamusal yapıları ise yıkarak ya da dönüştürerek rant getirici emlak haline dönüştürmektedir. Mortgage gibi teknikler, Gayrımenkul Yatırım Ortaklıkları ve benzeri finans kuruluşları bu dönüşümlerin enstrümanları olmaktadır. Sibernetiğin olanakları finansal tekniklerin bu gelişmelere uyum sağlaması sonucunda eskiden likiditeye çok zor donüşebilen emlak, gayrımenkul, artık ışık hızı ile likid finansal enstrümanlara dönüşmekte bu durum ise küreselleşen sermayenin ilgi alanını çekmektededir.
Sonuçta tarihi ve geleneksel kent merkezleri de çevre ve ekoloji düşmanı azman gökdelen ve rant yapılarına yenik düşmektedir.
Çevre sorunları ile baş etmenin aynı zamanda sosyal eşitsizlikler ile mücadele etmekten geçtiği ortada iken küreselleşme ve neokapitalizmin toplumun her alanında ve bu arada kentlerde de kamusal alanı daralttığı tespiti söz konusu mücadelenin başlangıç noktalarından biri olmalıdır.
Bu bağlamda bozunmaya uğramış sosyal dokunun yeniden inşası, çevrenin uğradığı tahribatın giderilmesi politik bir mücadeleyi gerekli kılmaktadır.
Böylesi bir mücadelede kentsel alanın yeniden tasavvuru önem kazanmaktadır.
Böylesi bir tasavvur içerisinde kamusal alanın da yeniden inşası, özelleştirme furyasında kaybedilen kamusal değerlerin yeniden ihyası gerekmektedir.
Kısacası çevre dostu bir kent kamusal alanın yeniden hakim kılındığı bir kent olmalıdır.
Bu konudaki tartışmayı noktalamadan önce küreselleşme karşıtı hareketin Avrupa’daki yerel yönetim temsilcilerinin ağırlıklı olarak yer aldığı Liege konvansiyonunun 2005 yılında aldığı kararları, içerdikleri özelleşme karşıtı, küreselleşme karşıtı unsurları vurgulamak amacı ile aynen nakletmenin yararlı olacağını düşünmekteyim.
Küreselleşme karşıtı ve çevreci hareketin kimi zaaflarını ise ayrı bir bölümde tartışmayı sürdüreceğim.

“LIEGE KARARLARI http://www.agcs-gats-liege2005.net/download/resolution_FR.pdf (versiyon 3-09/11/2005)

GATS karşısında Kamu Servislerinin Geliştirilmesi için Avrupa Yerel Belde Yönetimlerinin (kollektivite) Konvansiyonu Aşağıdaki Olguları Açığa Çıkarır ve kamu oyunun bilgisine sunar:

-DTÖ (Dünya Ticaret Örgütü) tarafından ortaya sürülen sınırsız serbestleşmenin nihai olarak tüm servislerin rekabet temelinde sunulması sonucunu getireceğini;

-DTÖ’nün kararlarını, bütün uluslararası, ulusal, ve yerel hukuk düzeni üzerinde geriye dönüşsüz biçimde empoze etme gayret ve niyetini;

-Avrupa Birliğinin servisler ile ilgili direktiflerinin ve özellikle bu arada Bolkenstein tasarı direktifinin kamusal sektörlerin özellikle yerel kamusal servislerin özelleştirilmesi sürecini genelleştirmeye yönelik olmasını;

-Kamu servislerini yok etmeye yönelik hükümet politikalarını;

ve

Aşağıdaki Gelişmeleri Reddettiğini Açıklar:

-Yaşamsal nitelikteki temel mal (ve hizmetlere) ulaşılabilirliğin tümünün spekülatif karakterdeki pazar ekonomisinin alanına terk edilmesini;

-Kamusal politikaların liberal nitelikteki normalizasyonu (liberalleşmesi) neticesinde sosyal eşitsizliklerin artması, çalışanların serbest piyasa koşullarının rekabetçi ortamına terk edilmeleri, bölgelerarası eşitsizliklerin artması, dünya ölçeğinde dengesizliklerin ortaya çıkması;

-Yerel Belde Yönetimlerinin DTÖ’nün vesayeti altına sokulması, böylelikle yerel yönetimlerin yönetimsel özgürlüğünün ve en genelde demokrasinin zaafa uğratılması;

Aşağıdaki Hususları Hatırlatır:

-İnsan haklarının etkin bir biçimde uygulanmasının, yönetim ve finansman mekanizmaları kamusal ve dayanışmacı bir mantık çerçevesinde kurgulanmış sosyal koruma düzeneklerinin varlığına bağlı olduğunu;

-Halkın temel gereksinmelerini kamu servisleri aracılığı ile karşılayarak kamusal çıkarları geçerli kılmanın kamu otoritelerinin temel görevi olduğunu;

-Kamu servislerinin; (tam ve eksiksiz yerine getirilmesinin) yerelden dünya ölçeğine varıncaya kadar, dengeli, toplumsal ve demokratik haklara saygılı bir beşeri kalkınmanın olmazsa olmaz koşulu olduğunu, yurttaşlığın temel öğelerinden birini oluşturduğunu;

-Kamu servislerinin akıbetinin başlı başına toplumsal bir sorun olduğunu;
Biz kadın erkek yurttaşlar;

-Kendilerini “GATS” harici alan (bölge) ilan etmiş, on milyonlarca yurttaşı temsil eden ve değişik Avrupa ülkelerinden gelen kadınlı erkekli seçilmişler;

-Yerel, ulusal ve uluslararası düzeyde sorumluluk yüklenmiş sendikacılar;

-Yaşanabilir bir dünyada, yaşanabilir bir toplum düzeni için mücadele yürüten yurttaş örgütlerinin militanları;

Aşağıdaki taleplerde bulunuyoruz:

-DTÖ bünyesi içerisinde yürütülen GATS müzakerelerinin durdurulması;

-Avrupa Birliği adına seçilmiş olan müzakerecinin yetkisinin dönüştürülerek kamu tarafından seçilmiş organların temsilcileri tarafından denetime tabi kılınması;

-GATS müzakere sürecinden hayati sektörlerin (su, sağlık, eğitim, enerji, ulaşım, sosyal koruma, kültür v.s.) nihai olarak çıkartılması;

-Şu ana kadar yürürlüğe girmiş bulunan liberalizasyon düzenlemelerinin yeni baştan değerlendirilmeye tabi tutulması;

-IMF, Dünya Bankası, Avrupa Bankası (BEI) tarafından “yapılan yardımların” kamu mallarının liberalizasyonu koşuluna tabi tutan uygulamalarının yasaklanması;

-Avrupa Birliği Bolkenstein (SIM) (İç Pazar ve servisler) direktifinin geri alınması; aynı biçimde kamu servislerine yapılan müdahalelerle ile ilişkin tüm direktiflerin (kamu taşımacılığı v.s.) geri alınması;

-Avrupa Komisyonuna “Rekabet politikaları” alanında tanınmış aşırı yetkilerin yeni baştan gözden geçirilmesi;

-Tüm kamu servislerinin statüsünün Avrupa ve Dünya hukukundaki yerlerini yeniden alması;

-Kamu mal ve hizmetlerinin rekabetçi ortamdan arındırılarak birbirleri ile işbirliği ilkesi içerisinde mütalaa edilmesi;

-Tasarruf ve kredi alanında kamusal enstrümanların hayata geçirilmesi;

-Yerel kamusal mal, hizmet ve servislerinin finansmanı sağlayabilmek amacı ile zenginliklerin (kaynakların) mali tahsisinin yeni baştan düzenlenmesi;

GATS ve DTÖ konusundaki girişimlerimiz alanında kendimizi;

-Söz konusu talepleri, Hong Kong’da 13 – 18 Kasım 2005 tarihleri arasında yer alacak DTÖ zirvesi arifesinde, DTÖ, Hükümet otoriteleri, Avrupa otoriteleri nezdinde ifade etmeye;

-Her kademedeki (yerel ve parlamento kademelerindeki) seçilmişleri tavır almaya çağırmaya;

-Avrupa içerisindeki sakinleri (yurttaşları), sendikaları, ve dernekleri bu alandaki taleplerimizle birlikte davranmaya söz konusu amaçlar etrafında birleşmeye;

-Kamu mal ve servislerinin tahrip edilmelerine yönelik her türlü girişime karşı kamuoyunu bilgilendirmek, uyanık tutmak ve söz konusu girişimlere direnmek amacı ile her türlü inisyatifi destekleme ve örgütlemeye;

Angaje ediyoruz.

Bu amaçla;

-Konvansiyonumuz, özel yönetime alternatif çözümleri incelemeyi, geliştirmeyi;

-Bu konvansiyonda ifade edilen talepleri yaşama geçirmek için başkaları ile paylaşmak için her türlü fırsatı değerlendirmeyi (yerel, ulusal, Avrupa ölçeğinde, dünya ölçeğinde sosyal forumlar, kollektivite (yerel yönetim) birlikleri, seçilmişlerden oluşan girişimler, sendikal eylemler).

-Konvansiyon her türlü “network” ağlara, (yurttaş,sendika, yerel seçilmişler) yerel ve global ölçekteki tehditlere karşı etkin karşı duruşlar ve alternatifler üretmek üzere kamusal (mal, hizmet) ve servisleri koruyarak geliştirmek amacıyla birlikte çalışmayı önerir.

Liège, 22- 23 Ekim 2005”

Görülüyor ki küreselleşme karşıtı hareketlerin ana eksenlerinden biri kamusal alanın yeniden ihya edilmesi oluşturmakta.
Türkiye’ye dayatılan özelleştirme politikaları sonucunda çökertilen kamusal alanı yeniden diriltme ve ihya etmeyi politik programına alan bir siyasi iradeye gereksinme vardır. Enerji politikaları açısından bakıldığında Türkiye’nin enerji üretimi ile ilgili devlet birimlerinin bilinçli olarak parçalandığını görmekteyiz. ASAM’ a ait bir raporda (A. Necdet Pamir) bu durum şöyle ifade edilmektedir:

“Ülkemizin enerji sorununun en önemli nedenlerinden biri, 1980’li yıllardan itibaren etkisini gösteren ve Dünya Bankası tarafından önerilip uygulanan hatalı politikalardır. Bu süreçte, enerji ve elektrik sektöründe etkin olarak çalışan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK) ve TPAO gibi entegre yapıdaki kamu enerji kurumları, Dünya Bankası taleplerine uygun olarak parçalanmıştır. Bu süreç TEK’in Elektrik Üretim A.Ş. (EÜAŞ), Türkiye Elektrik Dağıtım A.Ş. (TEDAŞ), Türkiye Elektrik Ticaret A.Ş. (TETAŞ) gibi şirketlere bölünmesine, TPAO’nun ise önceki entegre ana yapısından; TÜPRAŞ, Petrol Ofisi, BOTAŞ, PETKİM, İPRAGAZ, İGSAŞ gibi birçok şirketin koparılmasıyla, sadece bir arama-üretim şirketi halinde cılız ve kaynaksız kalmasına yol açmıştır. Son dönemde, Petrol Ofisi ve TÜPRAŞ gibi kuruluşların özelleştirilmesiyle, bu olumsuz süreç doruk noktasına erişmiştir. Böylece, Cumhuriyet’in bu en önemli kamu sanayi kuruluşları, mali ve yönetsel açıdan güçsüz bir konuma sürüklenmiş; büyük devletler enerjiyi stratejik bir sektör olarak tanımlayıp, stratejilerini dev entegre şirketler eliyle yürütürken, Türkiye bu alanda “etkisiz bir eleman” konumuna düşmüştür. Son yıllarda giderek artan kadrolaşmalarsa, bu kurumları neredeyse çalışamaz hale getirmiştir. Ulusal ölçekte dahi asli işlevlerini güçlükle sürdürebilen bu kuruluşların, yurt dışındaki (özellikle TPAO) etkinlikleri de sınırlı ve etkisiz kalmıştır. TKİ ve MTA gibi, başta kömür ve maden aramacılığı alanlarındaki öncü kuruluşlar da aynı süreçten benzer biçimlerde “nasiplerini” almıştır.

Bu kuruluşların yeniden entegre yapıda organize olmaları, profesyonel ve özerk biçimde yönetilebilmeleri sağlanmalıdır. Ancak bundan sonra, petrol, gaz, kömür ve diğer stratejik madenlerin aramacılığı canlanabilecektir. Bu ulusal bir görevdir.“
Burada son olarak üzerinde durmakta yarar gördüğüm nokta ise “yönetişim” kavramı ile koşut olarak geliştirilmiş bulunan “sivil toplum kuruluşu (STK) kavramının değil Demokratik Kitle Örgütü kavramının politik mücadelenin ana eksenine yeniden geçirilmesi gereğidir.
Bu konu ile ilgili olarak Prof. Dr. Birgül Ayman Güler’in 2001 yılında Elektrik Mühendisleri Odası’nın tertiplediği STK olgusunun ele alan “Devlet, sivil toplum, demokrasi; sivil toplum kuruluşu mu, demokratik kitle örgütü mü?” başlıklı panelindeki tartışmasının önemini vurgulamayı elzem addediyorum. Yine son günlerde İletişim Yayınları arasında yayımlandığını öğrendiğim Sonay Bayramoglu’nun “Yönetişim Zihniyeti - Türkiye’de Üst Kurullar ve Siyasal İktidarın Dönüşümü” adlı kitaba dikkat çekiyorum.
Küreselleşme aktörlerinin finans kapitalin krizine yeni teknolojik gelişmeleri kullanarak baş etme stratejileri karşısında küreselleşme karşıtı hareketlerin stratejileri ve bunların başarı şansları
Küreselleşme karşıtı akımlar içerisinde önemli bir bölümü çevre, ekoloji, sorunlarını ele alan oluşumlar oluşturmaktadır. Ancak son Fransız seçimlerinde çeşitli yeşil gruplar, doğal hayatı öne alan gruplar cumhurbaşkanı adayları ve programları ile seçmenin karşısına çıkmalarına ve seçimin iki turlu olmasına karşın çok sınırlı oy toplayabildiler. Politik program tercihinde bulunmak ikinci tur dolayısı ile olası iken seçmen yeşil politikalara oy vermedi. Bu durum çok sayıdaki yeşil akım liderlerini yeniden bir araya getirerek başarısızlığı irdelemeye ve yeni bir ekolojik politika doğrultusunda manifestolar kaleme almaya zorladı.
Manifestocular, yirmi birinci asırda ekolojik sorunların giderek aktüel hale gelmesine, enerji sorunları, iklim değişikliği ile ilgili giderek artan bir bilinçlenmenin varlığına, doğal kaynakların tükenmesi konusunda kamuoyunun artan oranda bilgi sahibi olmasına, enerji strateji ve sorunlarının kamuoyunun giderek daha geniş kısımlarınca tartışılmasına karşın ve dünya çapında Al Gore’un son filminin oluşturduğu kamuoyu tepkisine rağmen Fransız seçmeninin yeşil eğilimli politik hareketleri son derece cılız bir biçimde desteklemelerini, yeşil programların tarihi olarak en düşük oyu toplamalarını yorumlamaya çalıştı. Yeşil hareketin siyasi yelpazenin solundan sağına kadar ne tür ittifaklar kurabileceği ekolojik perspektifin ekonomik programlarla ne biçimde eklemlenebileceği sil baştan tartışmaya açıldı.
Bu tartışmalar sonucunda, ekolojik hareketin politik hareketlere ve sosyal ile ekonomik sorunlara kendine özgü çözümler üretemediği takdirde politika sahnesinde tutunamayacağı kavranmaya başlandı.
Ekolojik hareketin klasik siyasi akımlar karşısında siyasi rüşt ispat edememesi sadece programlarının ya da ortaya attığı sorunların önemli olmamasından kaynaklanmıyor.
Bana kalırsa söz konusu başarısızlığın nedeni küreselleşme taraftarları ve neokapitalistlerin de söz konusu sorunlara kendi açısından yanıtlar getirmelerinde aranmalı.
Neticede hem küreselleşme taraftarı neokapitalist bakış açısı hem küreselleşme karşıtı hareket çevre sorunlarını kendi politik programlarına bir biçimde eklemlendirmeyi deniyorlar.
Neokapitalizmin bu başarısı nereden kaynaklanmış olabilir ?
Neokapitalizm öyle anlaşılıyor ki gezegenimizin çevresini tahrip ettiğini kabul etmekle birlikte söz konusu tahribatı teknolojiye dayanarak ve sosyal sistemi değiştirmeksizin giderebileceği umudunu taşımakta.
Bu umut ister bir kumarbazın “son oyunu kazanma” dürtüsü, ister tekelleşmiş çok uluslu şirketlerin uç teknolojiler sayesinde elde etikleri devasa karların getirdiği finansal avantajları sürdürme eğiliminden kaynaklansın neokapitalizmin hala kendince söyleyeceği “bir söz” olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Neokapitalizmin kendine güveninin kaynağını yorumlayabilmek için dünyanın neolitik devrimden sonra biolitik devrime geçiş olgusunu kavramak gerekmektedir.
Avlayıcılık ve toplayıcılık düzeninden hayvancılık ve ziraat sayesinde neolitik döneme geçen insanlık 12 bin yıllık bu uzun süreçte giderek çevre üzerinde egemenliğini kurdu. İnsan çevre koşullarından bağımsız olarak kendini idame ettirecek aşamaya geldi.
Ancak sanayi devrimi ile birlikte sonsuz sanılan çevre kaynaklarının da sınırlı olduğu görüldü. Özellikle son yüzyılda antibiyotiklerin ortaya çıkması ile insan nüfusunun olağanüstü artması, giderek küreselleşen ve finans boyutu öne çıkan kapitalist düzenin geleneksel insan yerleşimlerini yok ederek gecekondulaşmış kentler ve zengin getoları yaratması sonucunda çevresel dengeler tahrip oldu.
Biyosfer geriye dönülemeyecek biçimde tahrip olma tehlikesi ile karşı karşıya geldi.
Klasik kalkınma ve büyüme paradigmaları çökmeye başladı. Sosyal eşitsizlik egemen düzeni tehdit etmeye başladı. Üstelik fosil kaynaklı enerji kaynakları hem tükenmeye yüz tuttu hem de sera gazı ve karbondiyoksit salınımları sonucunda gezegenimizin varlığı tehlikeye girdi.
Klasik neokapitalist düzen giderek kendi içinden de sorgulanmaya başladı. KYOTO protokolü ile birlikte başat kapitalist ekonomiler taşıyamayacakları maliyetler ile karşı karşıya kaldılar. Fazla salınımların giderilmesi alternatif enerji kaynaklarına yönelme mecburiyetleri yeni bir krizin öncülleri arasında yer aldı.
Krize, küreselleşme karşıtı gruptan ve neokapitalist küreselleşme taraftarlarından iki değişik türde yanıt getirildi.
Küreselleşme karşıtı akımlar ATTAC benzeri sermaye hareketleri üzerinde yeni kontrol mekanizmaları önerirken küreselleşme taraftarı neokapitalizm umudunu biolitik devrime bağlamayı yeğledi.
Biyolitik devrimin özellikleri ne idi ?
Biyolitik devrimin getirdiği birinci saptama insanlığın artık günümüzde gerek doğrudan oluşturduğu değişiklikler gerekse biyokimyasal dengelerin dönüştürülmesi sonucunda biyosferi tamamen etkileme kapasitesine kavuştuğudur.
Hervé Kempf söz konusu dönüşümü şöyle açıklıyor : “İnsanlık neoliik devrim başlattığı çevreyi kendine tamamen tabi kılma sürecini tamamladı. Bu aşamadan sonra insanlık biyolojik organizmaları kendine tabi kılmakla kalmayıp artık biyolojik özellikleri cansız maddelere de nakletmeye başladı. Canlının manipülasyonu ile insanlık ve yaşam ile ilgili veriler yeni baştan düzenlenmeye başlandı. Sonuçta sadece dünya değişmekle kalmadı, yaşam biçimimiz, varlık olarak niteliklerimiz (tözümüz) de değişmeye yüz tuttu.
Söz konusu biyolitik devrim, biyosfer üzerinde oluşan zararlı değişimlerin yaşayan organizmalar üzerinde oluşan tehditlerin bizzat söz konusu canlı organizmaları dönüştürerek giderilebileceği umudunu ve buna ilişkin müdahaleleri gündeme getirdi. Genetik olarak dönüştürülebilen organizmalar teknolojisinde olduğu gibi. Bakterilerin genetik yapısını değiştirerek bunların daha fazla karbon gazı emmeleri sağlandı. Domateslerin genleri ile oynayarak onları sulamanın getirdiği tuzlanma tesirinden koruyacak maya genleri aşılandı. Yok olma tehlikesi içindeki canlı varlıklar laboratuar ortamlarında üretildi. Yani canlı üzerindeki genetik manipülasyonlarla iklim üzerinde oluşan tehditlerin teknolojik olarak giderilebileceği umudu ortaya çıktı. Neokapitalizm düzen değişmeden sadece biyolitik devrimin getirdiği teknolojik değişmeleri kullanarak kendi sebep olduğu krizlere çare bulabileceği umudunu taşımakta artık!
Kısacası neokapitalizm ve küreselleşme de çevresel sorunlara teknolojik bir çözüm bulma iddiasında.
Ancak önerilen teknolojiler yalnızca gelişmiş ülkeleri bağlamıyor. Uygulama üçüncü dünyanın da aktif katılımını gerektiriyor. Örnek vermek gerekirse Avrupa’da biyokütle menşeli yakıtların ulaşım yakıtlarının 2110 yılında % 5,75; 2020 yılında ise % 20 sini karşılaması planlanmakta. ABD’de aynı süre içerisinde 35 milyon galonluk biyokütle menşeli yakıt üretimi planlamakta. Bu hedefleri karşılayacak toprak kapasitesi kuzey yarımküre ülkelerinde mevcut değil! Avrupa tarıma elverişli ekilebilir arazilerinin % 70’ini bu amaca ayırmak durumunda. ABD’nin tüm mısır ve soya üretimi ancak söz konusu programı karşılayabilmekte. Demek ki anılan biyokütle menşeli yakıt üretimi hedeflerini tutturmaya kalkıştıklarında kuzey yarımküre ülkeleri bu kez tarımsal gıda üretiminde bir krizle karşı karşıya kalacaklar!
Dolayısıyla çare güney yarımküre ülkelerine yönelmek ve söz konusu ülkelerdeki tarımsal üretime müdahale etmekten geçmekte! Endonezya, Malezya, Brezilya başvurulan ülkeler arasında. Sadece Brezilya’daki biyokütle üretimi için ayrılan artımsal arazinin yüzölçümü İngiltere, Hollanda, Belçika ve Lüksemburg’un toplam yüzölçümüne eşit!
İş bununla da kalmıyor. Artık geriye dönülemez tahribat dünya ikliminde ülkeleri etkiler hale geldi. Gaz salınımları yüksek olan ülkelerin yanı sıra Bengaldeş gibi çok düşük düzeyde gaz salınımları bulunan ülkeler de sular altında kalma tehlikesi ile karşı karşıya bulunmakta.
Bu yüzden başta Bengaldeş’te Dacca üniversitesi akademisyenleri ve birçokları yeni bir kavram ortaya attılar!
Bu kavrama göre gaz salınımları yüksek olan ülkeler gaz salınımları düşük olan ülkelerdeki İklim göçmenleri için bir göç kotası uygulamak zorunda bırakılmalıdır! Yani bir bakıma gaz salınımları ile neden olunan iklim göçü arasında bir “trade off” sistemi önerilmektedir. Tartışma, merkez ve periferi ülkeleri arasındaki eşitsizlikleri irdelerken dile getirilen ticaret hadleri savını hatırlatmaktadır.
Sonuç olarak küreselleşme taraftarları ekolojik kısıtlar yüzünden gündeme gelecek bir yeni keynesçilik uygulamasına razı gelmek ile neolitik devrimlerin gündeme getirdiği teknolojik manipülasyonlar arasında bir tercih yapmak durumundalar.
Küreselleşme karşıtları ise çevresel sorunların aslında sosyal eşitsizlikten kaynaklandığı gerçeğini öne sürerek giderek özelleştirme karşıtı, kamusal alanın yeniden başat kılındığı bir politik program önermeyi sürdürmek durumundalar.

Sonuç yerine

Türk şiirinin önemli isimlerinden Özdemir İnce’nin tartışma sunuşunun başında alıntıladığım dizeleri bir diğer değerli şair Celal Soycan’a göre “bir dağ başında neredeyse insan emeği gereksinmeden kendiliğinden göveren ve kısa bir süre sonra kuruyan mevsimlik Akdeniz bitkisiyle kurulan ‘nesnel bağlılaşım’ı anlatmakta. Celal Soycan, Özdemir İnce’nin eğretilemesini (metaforu) yorumlanırken insanın yazgısı ile mirac karşısındaki peygamberin yalnızlığı ile paralellik kuruyor. (Üç Nokta dergisi: temmuz-ağustos 2006, 1960’lar edebiyatı sayısı).
Ben ise olağanüstü güzellikteki söz konusu dizeleri okur iken onları, insanın, sanatçının ve kim bilir belki de çevre ile ilgilenen bilim adamlarının “insanın kendi kıyametini yaratması” sorunsalı ile ilintilendiriyorum.
Günümüzde çevre mühendisinin, insanın ya da sanatçının zorlanması ya da dramı bir bakıma insanın “insan” olarak artık boşlukta kalmasıdır.
Gezegenimizin biyosferinin tahrip olduğu, toplumsal işbölümü ile ilgili var bildiğimiz tüm paradigmaların yıkılmakta olduğu bir dönemi yaşamaktayız.
İnsan emeğinin bugünkü küreselleşmiş dünyada tanımlanmış biçimi olan eğretileşmiş emek, antik çağlardan bu yana süregiden “çalışma” kavramı ile insan öznesinin bağlantılarını koparmakta, insanı tahrip olmuş yıkıma uğramış bir çevrede yaşamaya zorlamakta.
Sosyal bir varlık olan insan, artık çalışmasının ve emeğinin bugünkü düzende “gereksinim” duyulmayan ya da “pazar değeri” bulunmayan bir unsura dönüştüğünü, doğal çevresinin tanınamaz hale geldiğini görmektedir.
Çağlar boyunca “kıyamet” söylencesinin aşıladığı bilinçle kişiliği oluşan insan, kıyametten önce “devreden çıkmanın” şokunu yaşamaktadır. Yani kadim anlamdaki bildiğimiz “kıyamet” gerçekleşmeden önce insanın tözsel anlamda bir “yokoluşu” devreye girmektedir. İnsanın “boşlukta” olduğu bu ortamda “çevre ve siyasetin”ın ne tür bir akıbet beklemektedir?
Çevrenin siyaseti, siyasetin çevresi müsebbibi biz olan, yani bugünün insanlığını, bu arada biz çevrecileri, insandan kaynaklanan “ön kıyamet” ile hesaplaşmayı zorunlu hale getirdi.

Kaynaklar:
http://www.corpwatch.org
http://www.reporterre.net
http://www.ecorefondation.net
http://refondation-ecologie-politique.over-blog.fr
http://www.monde-diplomatique.fr/2007/06/HOLTZ_GIMENEZ/14846

Share Box