Avrupa’nın Militaristleşmesi 28-29 Eylül 2007, Cuma/Cumartesi – Lizbon, Portekiz
Savaş stratejilerinin değişimi ve barış
Her savaştan sonra barış arayışı ve barışın kalıcılaştırmasına yönelik girişimlerde artış olmuştur. Tarihsel bağlamda süreç, “savaş sonrası barış arayışı” olsa da, savaşların meşrulaştırılması adına artık “insani değerler”in çarpıtılarak kullanılması “barış” kavramının toplumsal algıda değişikliğe uğramasına sebep olmaktadır. Reel sosyalizmin çözülüşü, bir tür savaşsızlık durumu olarak anlaşılmaması gereken “barış” kavramının dönüşmeye başlamasının da miladıdır.
Emperyalist sistemin, sosyalist sistemin yarattığı baskıdan kurtulmuş olması ve kendisini “dünyanın jandarması” rolüne yerleştirmeye çalışması, barışın sürekliliğini sağlama amacıyla kurulmuş uluslararası örgütleri işlevsizleştiren bir gelişme olmuştur.
Dengelerin yitmesi, dünyanın iktisadi, siyasi ve kültürel sorunlarının yatışmasını sağlamamış aksine onları iyice karmaşıklaştırarak sıcak çalışmaların ve savaşların görülmedik biçimde artmasına neden olmuştur. Bu karmaşıklık içinde savaşlar, konvansiyonel orduların çarpışmaları olmaktan çıkmış, inançların ve etnik yapıların öne çıktığı topyekûn kapışmalara dönüşmüştür. Bu durumun, savaşan tarafların savaş stratejilerini de değiştirmiştir.
Sonuçta, savaşların toplumsal sınıflar arasındaki sömürü ilişkilerinden kaynaklandığı ve her iki dünya savaşının, kaynakların emperyalistlerce yeniden paylaşımı kavgasından çıkmış olduğu gerçeği ortadadır. Sosyalizmin çözülüşünün ardından emperyalistler tarafından ortaya atılan “Yeni Dünya Düzeni” formülü, ulus devletlerin çözülmesinin zorunlu bir form değişikliği olduğu düşüncesini, iktisadi küreselleşmenin kaçınılmaz olacağı varsayımını, reel sosyalizmin geri dönüşsüz bir deneyim olduğu kabulünü ve emperyalistlerin kendi düzenleri için tehdit olarak algılandıklarına “insani değerler” adına silahlı müdahalede bulunmalarının meşru olduğu fikrini dayatmaktadır. Birleşmiş Milletler’in uyuşmazlık ve çatışmalarda barışı korumak adına araya girişlerinin, rakip grupları silahsızlandırmasının, yeni ortaya çıkan devletleri siyasi olarak yapılandırmasının yine emperyalistlerin çıkarlarına uygun şekillenmesi rastlantı sayılmamalıdır.
Ön açıcı sorumuz şu olabilir;
“Karmaşıklaşmış savaş stratejilerinin savaşı yaygınlaştırmasının ve yıkıcılaştırmasının karşısında, barış arayışlarının felsefi tartışmalar dışında kurumsallaşması ve süreklileştirmesi nasıl olacaktır?”
Emperyalizm savaşı “adaleti sağlamak, insan haklarını ve değerlerini korumak” için bir gereklilik olarak öne sürmektedir.
Emperyalist saldırganlığa karşı direnmeye çalışan çeşitli hareketler, kim oldukları ve ne yaptıklarından bağımsız olarak “terörist” olarak damgalanmaktadır. Uluslararası düzenlemelere rağmen hak arayan hareketlerin meşru mücadelelerini marjinalleştirmek artık sadece diplomatik bir önlemdir. Emperyalistler, yeni geliştirdikleri savaş stratejileriyle klasik savaş alanlarını ve kurallarını silikleştirmiştir. Artık emperyalistler için savaş, teknolojik ve medyatik, savaş alanı, kendilerinden uzak ve hijyeniktir. Hijyenik savaşlarda sadece insan ölmemekte, emperyalizm insani değerleri değersizleştirerek, geniş halk kitlelerini apolitikleştirerek çatışma alanlarını ideolojik olarak da hijyenikleştirmektedir.
Sürdürülebilir savaş stratejisi yeni bir savaş stratejisi olarak önemsenmektedir. Bu strateji klasik savaş sonuçlarına göre kazananı kaybedeni belli olmayan, yıkıcılığın süreklileştirildiği yıpratıcı ama kanıksanan savaşlar haline gelmiştir. Bütün dünyada savaşları çıkartan ülkelerin savaş stratejilerini oluşturdukları kurumlar “savunma” adını sıfat olarak kullanmaktadırlar.
Küreselleşmenin bir gereği olarak dünya bölümlere ayrılmakta ve her birine yapısal özellikler atfedilmektedir. Bu bölümlere yönelik farklı emperyalist müdahalelerin siyasi gerekçeleri de farklı kurulmaktadır. Barış mücadelesi, bu bölümlemeleri kaçınılmaz veri alırsa, aralarındaki bağıntıları kuramazsa, sadece ahlaki değerlerle sürdürülen sonuç alıcı olmayan salt (!) savaş karşıtlığı olarak kalır.
Günümüzde savaşlar, sadece silahlarla yapılmamakta daha uzun süren, daha dolaylı araçlarla sürdürülen ve daha yok edici biçimler almaktadır. Bu savaş biçiminin gözettiği kazanç, “belirsizlik durumu yaratma” stratejisiyle gerçekleşmektedir. Klasik savaşların kazananının-kaybedeninin kesinkes belli olduğu sonuçlarından ziyade ”belirsizlikte tutmak-aşındırmak stratejisi” ortaya çıkmıştır. Bu stratejinin amacı “bilinçli çözümsüzlüktür”.
İnsan hakları kavramı birkaç anlama çekilebilmektedir. Bunlar, emperyalizm tarafından her ülkede ancak tedrici biçimde hayata geçirilebilecek haklar olarak görülmektedir. Tedrici olarak sağlanacak hakların ülkelere göre farklı biçimlerde tanınması, devletlerin kendi ülkelerdeki uygulamalar ile başka ülkelerdeki uygulamalar arasındaki belirgin farkı izah etmek kolaycılığına dönüşmüş haldedir. Böylelikle, emperyalizm saldırganlığı için bir gerekçe bulmuştur.
Bazı örneklerde bu farklılık emperyalizm tarafından kendi halkına dönük bir tehdit olarak algılanmaktadır. Dahası, emperyalizm, diğer halkların kendi kaderlerini tayin etme haklarını ihlal etmekte ve kendi insan haklarına sahip olmalarına engel olmaktadır.
İnsan haklarının ihlal edildiği ülkeleri uluslararası hukuk gereğince meşruluğunu yitirmiş olarak kabul eden ve silahla yola getirmeyi seçenek olarak ortaya koyan siyasi düşünce, aynı zamanda diktatoryal rejimleri destekleyebilmekte ve kendi ülkelerinde de insan haklarına aykırı uygulamalara ve düzenlemelere imza atabilmektedirler. İnsan haklarını savunmanın “emredici ahlak” haline geldiği çağımızda, temel insani değerlere olan duyarlılığın gözle görülür biçimde geri azaldığı da açıkça görülmektedir.
İnsan haklarını korumak adına yapılan savaşların insan haklarına yapılan en ağır saldırılar olması ve insani değerleri yok sayıcı haksız savaşlar haline dönüşümü günümüz savaşlarında açıkça görülmekle birlikte, salt ve muğlâk tanımlarla insan hakları savunusunun öne çıkartıldığı barış çabalarının karşılıksız kalmasına ve barış mücadelesinin de etkisizleşmesine neden olmaktadır. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, günümüzde savaşların ardındaki gerçek neden açıkça tanımlanmalıdır, bu da tabii ki emperyalizmdir.
Ortadoğu’ da savaş stratejileri ve Türkiye
Yeni dünya düzeninin oluşturulması adına Ortadoğu’da emperyalistlerce arzulanan yapılanma, “Büyük Ortadoğu Projesi” (daha sonra “Genişletilmiş” olarak değiştirildi) adı adını verdikleri bir dizi silahlı müdahaleyle tarif edildi.
Dünyayı yeniden şekillendirmek adına yapacağı müdahaleler için araç olarak “savaşı” öne çıkartan ABD, Birleşmiş Milletler ve organlarını işlevsizleştirerek bir savunma örgütü gibi görünen NATO’yu yaygınlaştırarak ve paktı amacı dışında görevlere angaje ederek politikalarını Avrupa ve Ortadoğu’da inşa etmeye başladı. “Terör” kavramını değiştiren ve bölgesel çıkarlarına göre farklı tanımlayan
ABD, uluslararası hukukun teamüllerine aykırı olarak açıkça saldırı ve tehdit olmayan ülkelere karşı “önleyici vuruş” stratejisiyle açık veya kapalı askeri harekâtlarda bulunmaya başladı. ABD, Uluslararası kamuoyu ve kuruluşlar ile paktları uğramış olduğu saldırıya cevap vermenin meşru olduğuna ikna etmek için, insani değerleri ve batı uygarlığının tehdit altında olduğu argümanlarını öne çıkartmış ve Afganistan’a saldırmıştır. Afganistan’ın işgali sırasında sahip olduğu düşünülen göreceli meşruiyetin kısa süren kazanımlarının verdiği cesaretle yine önleyici vuruş stratejisine uygun olarak uluslar arası kamuoyunu Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve ülkede insan hakları ihlalleri ile diktatör yönetimi olduğu gerekçelerini ortaya çıkarttı.
NATO üyesi ve AB adayı olan, ABD’yi stratejik ortak olarak gören Türkiye Afganistan işgaline katılmış olmasına rağmen Irak’ın işgal edilmesi sürecinde barış hareketlerinin etkisi sonucu toplumda oluşan karşı direnç sayesinde işgale katılmamıştır. Irak işgalinde kesin zafer ilan eden ABD, geri çekilmeyi kabul edememiş ve stratejisini “belirsizlik durumunun sürdürülmesi” stratejisi haline getirmiştir.
ABD’nin bölgesel stratejik ortağı olan İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrasında prestij kaybedici yenilgiye uğraması ile “Barış Gücü”ne katılan Türkiye ülkesinin topraklarındaki ABD üslerinin bölgesel askeri harekâtlarda kullanılmasına izin vermiştir. Model ülke olarak BOP’da öne çıkartılan Türkiye’ye biçilen rol işgallere ortak olunması ve üslerini kullandırması olmuştur. Bu rolün bölgesel ve dünya barışına ne derece etkisi olduğu ise ortadadır.
Türkiye’deki barış hareketinin böylesi stratejiler ve projeler karşısında etkili karşı koyuşlar ve direnç noktaları oluşturabilmesi, bu savaşların gerekli olduğuna dair emperyalist propagandayı etkisizleştirecek müdahalelerde bulunabilmesiyle mümkündür. Mevcut durum öncesinde, işgallerin haklılaştırılması adına insani değerleri kullanan emperyalistlerin neden olduğu yıkıcılık belirginleştirilerek olası yeni işgal ve askeri müdahalelerde aynı argümanları kullanması engellenebilir.
Kendi halkları olmadan savaşamayacak olan iktidardakiler çıkarlarını temel insani değerlerin içine yedirerek halklara hazmettirmeye çalışıyorlar ve görünen sonuçlar her ne kadar hazmedilmesi zor olsa da ikna edici olabiliyorlar.
Ekonomik krizler ile savaşların olası bağları sorgulanır olmalıdır. Ekonomik krizlerin militer krizlere dönüştürülmesi süreçleri ile özgürlük ve demokrasi söylemlerinin, ki asıl kasıt piyasa özgürlüğü ile özel mülkün korunmasıdır, “insani emperyalizme” ya da “etik emperyalizme” dönüştürülmesinin yan yana tahlil edilmesi gerekmektedir.
“Savaşlar ahlaki gerekçeler öne sürülerek savunulur olabilir mi?” sorusunun cevabı başkaldırıların ve devrimlerin olabilirliği ve dolayısıyla da bir haksızlık durumu ile yaratılacak durumun öncesinden daha iyi olup olamayacağı sorusunun cevabında saklıdır.
Vaaz edilen yeni dünya düzenin savaşlarının barış için olmadığı ve sonuçlarıyla felaketleri genişlettiği ortadadır. Adalet ve barış moral değerlerle sağlanamaz ancak adil bir ekonomik düzenle sağlanabilir. Barışın sağlanabilmesi için adaletin emrine uygun olan edimler savaş yerine konmalıdır.
Ekonomik ve sosyal adalet –dolayısıyla barış- etik yasalarla uyumlu olan ekonomik çıkarlara uyumlu hale getirilir ve sürdürülebilirse gerçekleşebilir. Etiğin normatif kuramlarıyla adalet sağlanamaz. Ekonomik yapının kollektif tarzla düzenlenmesi, adaletin dolayısıyla da barışın gerçekleşmesini sağlayacak tek somut olgu olarak gözükmektedir.
Avrupa’nın militaristleşmesi
İnsanlık değerlerinin öncelendiği siyasi bütünleşme olarak kabul edilen Avrupa Birliği’nin ulus üstü yapılanma sürecinde ve uluslararası politikalardaki yaklaşımları ile düzenlemeleri dikkat çekicidir.
*ABD emperyalist hiyerarşinin en üst basamağındaki yerini koruyabilmek için Avrupalı ve Asyalı rakiplerine karşı karşılaştırılamaz durumda üstün olduğu askeri gücünü, görece daha zayıf olduğu alanları dengeleyen bir unsur olarak öne çıkartmaktadır. Bu durum bir diğer emperyalist güç olarak Avrupa Birliği üzerinde hem kendi çıkarları için hedef gördüğü coğrafyalara silahlı müdahalede bulunabilmek için askeri yeteneklerini arttırmak yönünde bir baskı oluşturmakta ama aynı zamanda çelişik olmayan bir biçimde ABD’nin silahlı operasyonlarına veya NATO organizasyonlarına gönüllü olarak daha fazla katılmasına neden olmaktadır. Avrupa’nın militaristleşmesi demek, onun askeri bir güç olarak başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere dünyaya müdahil olması demektir. Burada Avrupa Birliği’nin ABD’den bağımsız ya da ona karşı hareket eden bir güç olmadığının altını çizmek gerekir. İki emperyalist güç arasında güçlü bir işbirliği mevcuttur, Avrupa Birliği ABD’nin egemenliğini kabul etmiştir ve buna uygun davranmaktadır.
*Bu olgu Balkanlar’da tarihsel öneme sahip bazı örneklerde açıkça gözlemlenebilir. 1990’larda başlayan emperyalist saldırılar esas olarak ABD tarafından yönlendirilmiştir: Süreç içerisinde Avrupalı güçler saldırı ve işgalde daha fazla önem kazanmışlardır ve bugün Balkanlar'ın ve eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin yeniden şekillendirilmesinde esas yönlendirici güçler haline gelmişlerdir.
*Avrupa Birliği için önem taşıyan bir diğer bölge hiç şüphesiz İran ve Afganistan'ı da kapsayan genişletilmiş Ortadoğu. ABD'nin Ortadoğu müdahalesi AB'nin de dahil olmasının yolunu açmıştır. İngiltere’nin ABD ile olan ittifakı bir yana, Avrupa’nın bölgeye müdahalesi yalnızca bu olguya indirgenemez. Emperyalist bir gücün, emperyalist özelliğini sürdürebilmesi için, Ortadoğu gibi önemli bir bölge üzeruyguladığı indeki etkisini sürdürebilmesi gerekir. Bir çok Avrupa ülkesi Irak ve Afganistan'daki işgal güçlerine katılmıştır. Ayrıca ABD'nin önderlik ettiği başka saldırı planlarına da dahil olmak istemektedirler. Diğer yandan AB, Filistin örneğinde görüldüğü üzere, siyasal etkisini sürekli kılabilmek için askeri olmayan çabalarını da sürdürmektedir. Avrupa Birliği ABD ile beraber, 2006’nın başından beri uyguladığı siyasi yaptırımlar ve ekonomik ambargo ile Filistin halkının acılarını ve sıkıntılarını katmerlendirmektedir.
*Emperyalist amaçlarına ulaşabilmek için, bir çok Avrupa ülkesi, teröre-karşı yasalar gibi, iç hukuka dair önlemler almakta ve özgrülikleri giderek kısıtlamaktadır. Bu gelişme de Avrupa’nın militaristleşmesine katkı koymaktadır.
*Avrupa Savunma Ajansı gibi kuruluşlar Avrupa Birliği için askeri stratejiler üretmektedir. Bir yıl önce ajans tarafından hazırlanan bir raporda, en önemli konulardan biri Avrupa'nın enerji alanında giderek daha fazla dünyanın geri kalanına bağımlı haline gelmesiyle ilgiliydi. Bu bağımlılık şüphe’iz Avrupa’nın bu bağlamda da yüzünü Ortadoğu’ya, Orta Asya’ya ve Afrika’ya dönmesi anlamına gelecek. Enerji kaynaklarını ele geçirmek Ortadoğu’daki askeri saldırıların ardındaki esas neden olmasa da, nedenlerden biridir.
*Bütünleşme sürecinde tartışma konusu haline gelen Avrupa Anayasası’nın savunma işbirliği başlığında Avrupa Birliği üyesi olmayan üçüncü ülkelere askeri müdahale dikkate alındığında, Avrupa’nın yarattığı düşünülen insani değerler konusundaki tutumu belirginleştirmektedir.
*AB bu müdahale politikasını kurumsallaştırmayı başarırsa, bu üçüncü ülkelerde her türlü anti-AB ve antiempeyalist hareketlerin bastırılması anlamına da gelecektir. Bu önlemlerin şüphesiz Türkiye ve Ortadoğu üzerinde etkileri olacaktır.
*Sadece silahlanma veya silah ticaretine indirgenmeyecek şekilde yapılanmanın koşul ve şekillerini belirleyen argümanlar dikkate alındığında ise sosyal dokuyu ve hukuk sistemini dahi etkileyen militaristleşmeden bahsedilebilir.
*Avrupa Birliği ve ABD ilişlilerini de belirleyen savunma ve güvenlik kaygıları ABD’nin stratejileri tarafından NATO bağlamında belirlendiği için yenidünya düzeni ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gibi büyük ölçekli ve Avrupa sınırları dışındaki düzenlemelerin askeri olarak da işbirlikçisi olabilen Avrupa ülkeleri, kendi yasalarını bu düzenlemeler uydurmak adına da militaristleştirmektedir. Bu militaristleşme sürecinin AB’ye aday üye olan Türkiye üzerine özel yansımaları vardır. Aday üyelik süreci hukuki ve idari alanlarda bazı yükümlülükleri dayatmaktadır. Tam üye olmamasına rağmen Türkiye, teröre-karşı düzenlemeler örneğinde de görüldüğü üzere, militarizasyon sürecinde Avrup’yı izlemektedir.
*Bu duruma eşlik eden bir diğer olgu Avrupa’da göçmenlere, yabancılara ve azınlıkları yönelik gittikçe artan dışlayıcı, şoven ve artık ırkçı yaklaşımdır. Avrupalı tekeller bu ucuz işgücü olmadan yaşlı kıtadaki egemenliklerini sürdüremezler ancak bu onlara karşı “hoşgörülü” ve “medeni” olacakları anlamına artık gelmemektedir. Yeni düzenlemeler yeni gelenler için bazı adil olmayan önlemleri içermektedir. Bu aslında Avrupa'da diğer etnik ve dini kimliklere karşı artmakta olan hoşgörüsüzlük ile de paraleldir. Danimarka ve İsveç'teki karikatür hadiseleri diğer inançlara karşı pervasız ve provokatif saldırılardır ve ne yazık ki, özgür düşünce ’dına savunulmaya çalışılmışlardır. Bu hiç kuşkusuz Avrupa’da militarizasyonun insanlar üzerindeki etkisiyle ilişkilidir. Ve özgür düşünce gibi kavramların savaşa alışan toplumlarda militarizasyon süreci ile nasıl manipüle edilebileceğini göstermektedir.
*Bir önceki başlığın da ortaya komuş olduğu gibi, bir bütün olarak Avrupa politikalarının ekseni sağa, daha muhafazakar bir noktaya kaymaktadır. Buna uygun olarak bir çok ülkede aşırı sağ güç kazanmaktadır.
*Terörün tanımlanması ve önlemlerin alınması adına Avrupa’ya mal edilen insan haklarını askıya alan yasaların çıkartılması, göç yasaları, NATO’dan bağımsız Avrupa Birliğinin (askeri müşterek birliklerin oluşturulması) gibi başlıklar Avrupa değerler sisteminin de güvenlik sendromu etkisiyle değişimine neden olmaktadır.
*Militarizasyonla beraber ele alınması gereken önemli bir konu da halk ve özellikle de işçiler tarafından on yıllar boyunca kazanılmış hakların, küçük ya da büyük değişiklikler ile, yavaş yavaş geri alınması sürecidir. Bu iki konu birbirinden ayrı düşünülemez.
*Bir önemli gösterge de NATO üyesi olan fakat AB üyesi olmayan Türkiye’nin bölgesel düzenlemeler için sadece askeri güç olarak algılanmasıdır. Her iki tarafa ait olamayan Türkiye siyasi ve askeri yapısı bu ait olamama gerginliği içinde savunma sistemini ve güvenlik anlayışını da ABD’nin veya askeri anlamda ABD’ye bağımlılığını azaltmaya çalışan AB’nin ekseninde daha da militaristleşmektedir.
Bütün bu gelişmeler barış örgütleri ve aktivistlerinin önüne çok önemli bir görev koymaktadır. Avrupa'nın militaristleşmesi süreci dünyanın geri kalanı üzerindeki hegemonyayı derinleştirmek için yürütülen emperyalist planın parçasıdır. Temel görevimiz emperyalist saldırganlığı durdurmak ve barış ve özgürlüğe ulaşmak için mücadeleyi ilerletmektir. Barış için mücadele edenlerin ortak noktası budur. Bundan sonrasında, dünyanın farklı bölgelerindeki antiemperyalist hareketlerinde gösterdiği gibi yolumuz açıktır.
1 Eylül Dünya Barış Günü Bildirgesi
Avrupa’nın Militaristleşmesi 28-29 Eylül 2007, Cuma/Cumartesi – Lizbon, Portekiz
Savaş stratejilerinin değişimi ve barış
Her savaştan sonra barış arayışı ve barışın kalıcılaştırmasına yönelik girişimlerde artış olmuştur. Tarihsel bağlamda süreç, “savaş sonrası barış arayışı” olsa da, savaşların meşrulaştırılması adına artık “insani değerler”in çarpıtılarak kullanılması “barış” kavramının toplumsal algıda değişikliğe uğramasına sebep olmaktadır. Reel sosyalizmin çözülüşü, bir tür savaşsızlık durumu olarak anlaşılmaması gereken “barış” kavramının dönüşmeye başlamasının da miladıdır.
Emperyalist sistemin, sosyalist sistemin yarattığı baskıdan kurtulmuş olması ve kendisini “dünyanın jandarması” rolüne yerleştirmeye çalışması, barışın sürekliliğini sağlama amacıyla kurulmuş uluslararası örgütleri işlevsizleştiren bir gelişme olmuştur.
Dengelerin yitmesi, dünyanın iktisadi, siyasi ve kültürel sorunlarının yatışmasını sağlamamış aksine onları iyice karmaşıklaştırarak sıcak çalışmaların ve savaşların görülmedik biçimde artmasına neden olmuştur. Bu karmaşıklık içinde savaşlar, konvansiyonel orduların çarpışmaları olmaktan çıkmış, inançların ve etnik yapıların öne çıktığı topyekûn kapışmalara dönüşmüştür. Bu durumun, savaşan tarafların savaş stratejilerini de değiştirmiştir.
Sonuçta, savaşların toplumsal sınıflar arasındaki sömürü ilişkilerinden kaynaklandığı ve her iki dünya savaşının, kaynakların emperyalistlerce yeniden paylaşımı kavgasından çıkmış olduğu gerçeği ortadadır. Sosyalizmin çözülüşünün ardından emperyalistler tarafından ortaya atılan “Yeni Dünya Düzeni” formülü, ulus devletlerin çözülmesinin zorunlu bir form değişikliği olduğu düşüncesini, iktisadi küreselleşmenin kaçınılmaz olacağı varsayımını, reel sosyalizmin geri dönüşsüz bir deneyim olduğu kabulünü ve emperyalistlerin kendi düzenleri için tehdit olarak algılandıklarına “insani değerler” adına silahlı müdahalede bulunmalarının meşru olduğu fikrini dayatmaktadır. Birleşmiş Milletler’in uyuşmazlık ve çatışmalarda barışı korumak adına araya girişlerinin, rakip grupları silahsızlandırmasının, yeni ortaya çıkan devletleri siyasi olarak yapılandırmasının yine emperyalistlerin çıkarlarına uygun şekillenmesi rastlantı sayılmamalıdır.
Ön açıcı sorumuz şu olabilir;
“Karmaşıklaşmış savaş stratejilerinin savaşı yaygınlaştırmasının ve yıkıcılaştırmasının karşısında, barış arayışlarının felsefi tartışmalar dışında kurumsallaşması ve süreklileştirmesi nasıl olacaktır?”
Emperyalizm savaşı “adaleti sağlamak, insan haklarını ve değerlerini korumak” için bir gereklilik olarak öne sürmektedir.
Emperyalist saldırganlığa karşı direnmeye çalışan çeşitli hareketler, kim oldukları ve ne yaptıklarından bağımsız olarak “terörist” olarak damgalanmaktadır. Uluslararası düzenlemelere rağmen hak arayan hareketlerin meşru mücadelelerini marjinalleştirmek artık sadece diplomatik bir önlemdir. Emperyalistler, yeni geliştirdikleri savaş stratejileriyle klasik savaş alanlarını ve kurallarını silikleştirmiştir. Artık emperyalistler için savaş, teknolojik ve medyatik, savaş alanı, kendilerinden uzak ve hijyeniktir. Hijyenik savaşlarda sadece insan ölmemekte, emperyalizm insani değerleri değersizleştirerek, geniş halk kitlelerini apolitikleştirerek çatışma alanlarını ideolojik olarak da hijyenikleştirmektedir.
Sürdürülebilir savaş stratejisi yeni bir savaş stratejisi olarak önemsenmektedir. Bu strateji klasik savaş sonuçlarına göre kazananı kaybedeni belli olmayan, yıkıcılığın süreklileştirildiği yıpratıcı ama kanıksanan savaşlar haline gelmiştir. Bütün dünyada savaşları çıkartan ülkelerin savaş stratejilerini oluşturdukları kurumlar “savunma” adını sıfat olarak kullanmaktadırlar.
Küreselleşmenin bir gereği olarak dünya bölümlere ayrılmakta ve her birine yapısal özellikler atfedilmektedir. Bu bölümlere yönelik farklı emperyalist müdahalelerin siyasi gerekçeleri de farklı kurulmaktadır. Barış mücadelesi, bu bölümlemeleri kaçınılmaz veri alırsa, aralarındaki bağıntıları kuramazsa, sadece ahlaki değerlerle sürdürülen sonuç alıcı olmayan salt (!) savaş karşıtlığı olarak kalır.
Günümüzde savaşlar, sadece silahlarla yapılmamakta daha uzun süren, daha dolaylı araçlarla sürdürülen ve daha yok edici biçimler almaktadır. Bu savaş biçiminin gözettiği kazanç, “belirsizlik durumu yaratma” stratejisiyle gerçekleşmektedir. Klasik savaşların kazananının-kaybedeninin kesinkes belli olduğu sonuçlarından ziyade ”belirsizlikte tutmak-aşındırmak stratejisi” ortaya çıkmıştır. Bu stratejinin amacı “bilinçli çözümsüzlüktür”.
İnsan hakları kavramı birkaç anlama çekilebilmektedir. Bunlar, emperyalizm tarafından her ülkede ancak tedrici biçimde hayata geçirilebilecek haklar olarak görülmektedir. Tedrici olarak sağlanacak hakların ülkelere göre farklı biçimlerde tanınması, devletlerin kendi ülkelerdeki uygulamalar ile başka ülkelerdeki uygulamalar arasındaki belirgin farkı izah etmek kolaycılığına dönüşmüş haldedir. Böylelikle, emperyalizm saldırganlığı için bir gerekçe bulmuştur.
Bazı örneklerde bu farklılık emperyalizm tarafından kendi halkına dönük bir tehdit olarak algılanmaktadır. Dahası, emperyalizm, diğer halkların kendi kaderlerini tayin etme haklarını ihlal etmekte ve kendi insan haklarına sahip olmalarına engel olmaktadır.
İnsan haklarının ihlal edildiği ülkeleri uluslararası hukuk gereğince meşruluğunu yitirmiş olarak kabul eden ve silahla yola getirmeyi seçenek olarak ortaya koyan siyasi düşünce, aynı zamanda diktatoryal rejimleri destekleyebilmekte ve kendi ülkelerinde de insan haklarına aykırı uygulamalara ve düzenlemelere imza atabilmektedirler. İnsan haklarını savunmanın “emredici ahlak” haline geldiği çağımızda, temel insani değerlere olan duyarlılığın gözle görülür biçimde geri azaldığı da açıkça görülmektedir.
İnsan haklarını korumak adına yapılan savaşların insan haklarına yapılan en ağır saldırılar olması ve insani değerleri yok sayıcı haksız savaşlar haline dönüşümü günümüz savaşlarında açıkça görülmekle birlikte, salt ve muğlâk tanımlarla insan hakları savunusunun öne çıkartıldığı barış çabalarının karşılıksız kalmasına ve barış mücadelesinin de etkisizleşmesine neden olmaktadır. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, günümüzde savaşların ardındaki gerçek neden açıkça tanımlanmalıdır, bu da tabii ki emperyalizmdir.
Ortadoğu’ da savaş stratejileri ve Türkiye
Yeni dünya düzeninin oluşturulması adına Ortadoğu’da emperyalistlerce arzulanan yapılanma, “Büyük Ortadoğu Projesi” (daha sonra “Genişletilmiş” olarak değiştirildi) adı adını verdikleri bir dizi silahlı müdahaleyle tarif edildi.
Dünyayı yeniden şekillendirmek adına yapacağı müdahaleler için araç olarak “savaşı” öne çıkartan ABD, Birleşmiş Milletler ve organlarını işlevsizleştirerek bir savunma örgütü gibi görünen NATO’yu yaygınlaştırarak ve paktı amacı dışında görevlere angaje ederek politikalarını Avrupa ve Ortadoğu’da inşa etmeye başladı. “Terör” kavramını değiştiren ve bölgesel çıkarlarına göre farklı tanımlayan
ABD, uluslararası hukukun teamüllerine aykırı olarak açıkça saldırı ve tehdit olmayan ülkelere karşı “önleyici vuruş” stratejisiyle açık veya kapalı askeri harekâtlarda bulunmaya başladı. ABD, Uluslararası kamuoyu ve kuruluşlar ile paktları uğramış olduğu saldırıya cevap vermenin meşru olduğuna ikna etmek için, insani değerleri ve batı uygarlığının tehdit altında olduğu argümanlarını öne çıkartmış ve Afganistan’a saldırmıştır. Afganistan’ın işgali sırasında sahip olduğu düşünülen göreceli meşruiyetin kısa süren kazanımlarının verdiği cesaretle yine önleyici vuruş stratejisine uygun olarak uluslar arası kamuoyunu Irak’ın kitle imha silahlarına sahip olduğu ve ülkede insan hakları ihlalleri ile diktatör yönetimi olduğu gerekçelerini ortaya çıkarttı.
NATO üyesi ve AB adayı olan, ABD’yi stratejik ortak olarak gören Türkiye Afganistan işgaline katılmış olmasına rağmen Irak’ın işgal edilmesi sürecinde barış hareketlerinin etkisi sonucu toplumda oluşan karşı direnç sayesinde işgale katılmamıştır. Irak işgalinde kesin zafer ilan eden ABD, geri çekilmeyi kabul edememiş ve stratejisini “belirsizlik durumunun sürdürülmesi” stratejisi haline getirmiştir.
ABD’nin bölgesel stratejik ortağı olan İsrail’in Lübnan’a saldırısı sonrasında prestij kaybedici yenilgiye uğraması ile “Barış Gücü”ne katılan Türkiye ülkesinin topraklarındaki ABD üslerinin bölgesel askeri harekâtlarda kullanılmasına izin vermiştir. Model ülke olarak BOP’da öne çıkartılan Türkiye’ye biçilen rol işgallere ortak olunması ve üslerini kullandırması olmuştur. Bu rolün bölgesel ve dünya barışına ne derece etkisi olduğu ise ortadadır.
Türkiye’deki barış hareketinin böylesi stratejiler ve projeler karşısında etkili karşı koyuşlar ve direnç noktaları oluşturabilmesi, bu savaşların gerekli olduğuna dair emperyalist propagandayı etkisizleştirecek müdahalelerde bulunabilmesiyle mümkündür. Mevcut durum öncesinde, işgallerin haklılaştırılması adına insani değerleri kullanan emperyalistlerin neden olduğu yıkıcılık belirginleştirilerek olası yeni işgal ve askeri müdahalelerde aynı argümanları kullanması engellenebilir.
Kendi halkları olmadan savaşamayacak olan iktidardakiler çıkarlarını temel insani değerlerin içine yedirerek halklara hazmettirmeye çalışıyorlar ve görünen sonuçlar her ne kadar hazmedilmesi zor olsa da ikna edici olabiliyorlar.
Ekonomik krizler ile savaşların olası bağları sorgulanır olmalıdır. Ekonomik krizlerin militer krizlere dönüştürülmesi süreçleri ile özgürlük ve demokrasi söylemlerinin, ki asıl kasıt piyasa özgürlüğü ile özel mülkün korunmasıdır, “insani emperyalizme” ya da “etik emperyalizme” dönüştürülmesinin yan yana tahlil edilmesi gerekmektedir.
“Savaşlar ahlaki gerekçeler öne sürülerek savunulur olabilir mi?” sorusunun cevabı başkaldırıların ve devrimlerin olabilirliği ve dolayısıyla da bir haksızlık durumu ile yaratılacak durumun öncesinden daha iyi olup olamayacağı sorusunun cevabında saklıdır.
Vaaz edilen yeni dünya düzenin savaşlarının barış için olmadığı ve sonuçlarıyla felaketleri genişlettiği ortadadır. Adalet ve barış moral değerlerle sağlanamaz ancak adil bir ekonomik düzenle sağlanabilir. Barışın sağlanabilmesi için adaletin emrine uygun olan edimler savaş yerine konmalıdır.
Ekonomik ve sosyal adalet –dolayısıyla barış- etik yasalarla uyumlu olan ekonomik çıkarlara uyumlu hale getirilir ve sürdürülebilirse gerçekleşebilir. Etiğin normatif kuramlarıyla adalet sağlanamaz. Ekonomik yapının kollektif tarzla düzenlenmesi, adaletin dolayısıyla da barışın gerçekleşmesini sağlayacak tek somut olgu olarak gözükmektedir.
Avrupa’nın militaristleşmesi
İnsanlık değerlerinin öncelendiği siyasi bütünleşme olarak kabul edilen Avrupa Birliği’nin ulus üstü yapılanma sürecinde ve uluslararası politikalardaki yaklaşımları ile düzenlemeleri dikkat çekicidir.
*ABD emperyalist hiyerarşinin en üst basamağındaki yerini koruyabilmek için Avrupalı ve Asyalı rakiplerine karşı karşılaştırılamaz durumda üstün olduğu askeri gücünü, görece daha zayıf olduğu alanları dengeleyen bir unsur olarak öne çıkartmaktadır. Bu durum bir diğer emperyalist güç olarak Avrupa Birliği üzerinde hem kendi çıkarları için hedef gördüğü coğrafyalara silahlı müdahalede bulunabilmek için askeri yeteneklerini arttırmak yönünde bir baskı oluşturmakta ama aynı zamanda çelişik olmayan bir biçimde ABD’nin silahlı operasyonlarına veya NATO organizasyonlarına gönüllü olarak daha fazla katılmasına neden olmaktadır. Avrupa’nın militaristleşmesi demek, onun askeri bir güç olarak başta Ortadoğu ve Balkanlar olmak üzere dünyaya müdahil olması demektir. Burada Avrupa Birliği’nin ABD’den bağımsız ya da ona karşı hareket eden bir güç olmadığının altını çizmek gerekir. İki emperyalist güç arasında güçlü bir işbirliği mevcuttur, Avrupa Birliği ABD’nin egemenliğini kabul etmiştir ve buna uygun davranmaktadır.
*Bu olgu Balkanlar’da tarihsel öneme sahip bazı örneklerde açıkça gözlemlenebilir. 1990’larda başlayan emperyalist saldırılar esas olarak ABD tarafından yönlendirilmiştir: Süreç içerisinde Avrupalı güçler saldırı ve işgalde daha fazla önem kazanmışlardır ve bugün Balkanlar'ın ve eski Yugoslavya cumhuriyetlerinin yeniden şekillendirilmesinde esas yönlendirici güçler haline gelmişlerdir.
*Avrupa Birliği için önem taşıyan bir diğer bölge hiç şüphesiz İran ve Afganistan'ı da kapsayan genişletilmiş Ortadoğu. ABD'nin Ortadoğu müdahalesi AB'nin de dahil olmasının yolunu açmıştır. İngiltere’nin ABD ile olan ittifakı bir yana, Avrupa’nın bölgeye müdahalesi yalnızca bu olguya indirgenemez. Emperyalist bir gücün, emperyalist özelliğini sürdürebilmesi için, Ortadoğu gibi önemli bir bölge üzeruyguladığı indeki etkisini sürdürebilmesi gerekir. Bir çok Avrupa ülkesi Irak ve Afganistan'daki işgal güçlerine katılmıştır. Ayrıca ABD'nin önderlik ettiği başka saldırı planlarına da dahil olmak istemektedirler. Diğer yandan AB, Filistin örneğinde görüldüğü üzere, siyasal etkisini sürekli kılabilmek için askeri olmayan çabalarını da sürdürmektedir. Avrupa Birliği ABD ile beraber, 2006’nın başından beri uyguladığı siyasi yaptırımlar ve ekonomik ambargo ile Filistin halkının acılarını ve sıkıntılarını katmerlendirmektedir.
*Emperyalist amaçlarına ulaşabilmek için, bir çok Avrupa ülkesi, teröre-karşı yasalar gibi, iç hukuka dair önlemler almakta ve özgrülikleri giderek kısıtlamaktadır. Bu gelişme de Avrupa’nın militaristleşmesine katkı koymaktadır.
*Avrupa Savunma Ajansı gibi kuruluşlar Avrupa Birliği için askeri stratejiler üretmektedir. Bir yıl önce ajans tarafından hazırlanan bir raporda, en önemli konulardan biri Avrupa'nın enerji alanında giderek daha fazla dünyanın geri kalanına bağımlı haline gelmesiyle ilgiliydi. Bu bağımlılık şüphe’iz Avrupa’nın bu bağlamda da yüzünü Ortadoğu’ya, Orta Asya’ya ve Afrika’ya dönmesi anlamına gelecek. Enerji kaynaklarını ele geçirmek Ortadoğu’daki askeri saldırıların ardındaki esas neden olmasa da, nedenlerden biridir.
*Bütünleşme sürecinde tartışma konusu haline gelen Avrupa Anayasası’nın savunma işbirliği başlığında Avrupa Birliği üyesi olmayan üçüncü ülkelere askeri müdahale dikkate alındığında, Avrupa’nın yarattığı düşünülen insani değerler konusundaki tutumu belirginleştirmektedir.
*AB bu müdahale politikasını kurumsallaştırmayı başarırsa, bu üçüncü ülkelerde her türlü anti-AB ve antiempeyalist hareketlerin bastırılması anlamına da gelecektir. Bu önlemlerin şüphesiz Türkiye ve Ortadoğu üzerinde etkileri olacaktır.
*Sadece silahlanma veya silah ticaretine indirgenmeyecek şekilde yapılanmanın koşul ve şekillerini belirleyen argümanlar dikkate alındığında ise sosyal dokuyu ve hukuk sistemini dahi etkileyen militaristleşmeden bahsedilebilir.
*Avrupa Birliği ve ABD ilişlilerini de belirleyen savunma ve güvenlik kaygıları ABD’nin stratejileri tarafından NATO bağlamında belirlendiği için yenidünya düzeni ve Genişletilmiş Ortadoğu Projesi gibi büyük ölçekli ve Avrupa sınırları dışındaki düzenlemelerin askeri olarak da işbirlikçisi olabilen Avrupa ülkeleri, kendi yasalarını bu düzenlemeler uydurmak adına da militaristleştirmektedir. Bu militaristleşme sürecinin AB’ye aday üye olan Türkiye üzerine özel yansımaları vardır. Aday üyelik süreci hukuki ve idari alanlarda bazı yükümlülükleri dayatmaktadır. Tam üye olmamasına rağmen Türkiye, teröre-karşı düzenlemeler örneğinde de görüldüğü üzere, militarizasyon sürecinde Avrup’yı izlemektedir.
*Bu duruma eşlik eden bir diğer olgu Avrupa’da göçmenlere, yabancılara ve azınlıkları yönelik gittikçe artan dışlayıcı, şoven ve artık ırkçı yaklaşımdır. Avrupalı tekeller bu ucuz işgücü olmadan yaşlı kıtadaki egemenliklerini sürdüremezler ancak bu onlara karşı “hoşgörülü” ve “medeni” olacakları anlamına artık gelmemektedir. Yeni düzenlemeler yeni gelenler için bazı adil olmayan önlemleri içermektedir. Bu aslında Avrupa'da diğer etnik ve dini kimliklere karşı artmakta olan hoşgörüsüzlük ile de paraleldir. Danimarka ve İsveç'teki karikatür hadiseleri diğer inançlara karşı pervasız ve provokatif saldırılardır ve ne yazık ki, özgür düşünce ’dına savunulmaya çalışılmışlardır. Bu hiç kuşkusuz Avrupa’da militarizasyonun insanlar üzerindeki etkisiyle ilişkilidir. Ve özgür düşünce gibi kavramların savaşa alışan toplumlarda militarizasyon süreci ile nasıl manipüle edilebileceğini göstermektedir.
*Bir önceki başlığın da ortaya komuş olduğu gibi, bir bütün olarak Avrupa politikalarının ekseni sağa, daha muhafazakar bir noktaya kaymaktadır. Buna uygun olarak bir çok ülkede aşırı sağ güç kazanmaktadır.
*Terörün tanımlanması ve önlemlerin alınması adına Avrupa’ya mal edilen insan haklarını askıya alan yasaların çıkartılması, göç yasaları, NATO’dan bağımsız Avrupa Birliğinin (askeri müşterek birliklerin oluşturulması) gibi başlıklar Avrupa değerler sisteminin de güvenlik sendromu etkisiyle değişimine neden olmaktadır.
*Militarizasyonla beraber ele alınması gereken önemli bir konu da halk ve özellikle de işçiler tarafından on yıllar boyunca kazanılmış hakların, küçük ya da büyük değişiklikler ile, yavaş yavaş geri alınması sürecidir. Bu iki konu birbirinden ayrı düşünülemez.
*Bir önemli gösterge de NATO üyesi olan fakat AB üyesi olmayan Türkiye’nin bölgesel düzenlemeler için sadece askeri güç olarak algılanmasıdır. Her iki tarafa ait olamayan Türkiye siyasi ve askeri yapısı bu ait olamama gerginliği içinde savunma sistemini ve güvenlik anlayışını da ABD’nin veya askeri anlamda ABD’ye bağımlılığını azaltmaya çalışan AB’nin ekseninde daha da militaristleşmektedir.
Bütün bu gelişmeler barış örgütleri ve aktivistlerinin önüne çok önemli bir görev koymaktadır. Avrupa'nın militaristleşmesi süreci dünyanın geri kalanı üzerindeki hegemonyayı derinleştirmek için yürütülen emperyalist planın parçasıdır. Temel görevimiz emperyalist saldırganlığı durdurmak ve barış ve özgürlüğe ulaşmak için mücadeleyi ilerletmektir. Barış için mücadele edenlerin ortak noktası budur. Bundan sonrasında, dünyanın farklı bölgelerindeki antiemperyalist hareketlerinde gösterdiği gibi yolumuz açıktır.