Kırgın, kırık bir güz mevsimidir, hazan. Havada, buram buram sıkıntı; koptu kopacak bir fırtına gerginliği. “Hava kurşun gibi ağır”; fakat ne bağıran var ve ne de bağırsan, duyacak olan. Düş ve özlemlerimiz, sevdalarımız, yaprak gibi savruluyor rüzgara kapılmış. Rüzgar tersten esiyor nicedir ve ayakta kalmak için güç gerektir, yürek gerektir, akıl, felsefe ve inat gerektir.
21. yüzyılda yaşıyoruz. İnsanlık tarihi dolusu bilinç ve deneyim var. Bilim insanları “yapay canlı” da ürettiler sonunda. Bir yanda insan olmanın yüzünü ağartan bir devirdir yaşadığımız ve öte yanda savaşlar, ölümler, acılar, bağnazlıklar, olmadık ilkellikler, hayatımızı ve geleceğimizi kanla gölgeliyor.
Güzdür. Hazan. De ki, bahar var önümüzde kıştan sonra; de ki, umutlarımız başka baharlara devretse de, yitirmemek gerek onları… “Günler gitgide kısalıyor” diye yazmıştı Nazım, “Güz” şiirinde; “yağmurlar başlamak üzre” demişti, “kapım ardına kadar açık bekledim seni” demişti ve sormuştu; “niye böyle geç kaldın?”
Nazım’ın beklediği sevgili gelmedi hiç. Güneş bir başka doğmadı, çiçekler daha güzel ve gürbüz açmadılar, yıldızlar niçin sönük böyle, ay nerelere gizlendi; kırgın, kırık bir güz mevsimidir, hazan. Ve rüzgar, ölüm ölüm esiyor; sürükleyerek hayata dair ne varsa…
“Seni” demişti Ahmet Arif, “baharmışsın gibi düşünüyorum”. Güzellik diye bildiğimiz ne varsa, bahardır deriz ona. Dirilişin, yenilenmenin, umudun ve yeniden ve yeniden aşk diyebilmenin mevsimi… Bu güz, bu hazan mevsimi, niçin bu kadar uzadı? Sanki hep güzdü, hazandı, bir araf halinde kıvranıyordu zaman; doğuramadan geleceğini… Bir derin yalnızlığa atıyor kalplerimiz.
Bir derin yalnızlık. Suskunluk.
Yürüsek yağmurlu bir havada halbuki, ıslansak, toprağı koklasak, yağmurlarda yıkansak, üşüsek geceleri, ufuklar arasak seyrinde kendimizi yitirecek, yıldızların soğuk pırıltılarında dünyalar kursak, her sabah yüzümüzü döneceğimiz tarafta güneş doğsa, mavi olsa nereye baksak, deniz mavi, gök mavi…
Hani, su akar, derlerdi, yatağını bulurdu.
Ne zaman yitirdik kalplerimizi biz? Ne zaman çöle döndü, mezara döndü, taşlaştı, yitirdi ruhunu? Hani, sevgiler taşıyacaktık orda biz; sevgiler, güzellikler büyütecektik, bir ömrümüz vardı ve onu biz, bir kutsal emanet, bir armağan gibi yaşayacaktık… “Üşüyorum, kapama gözlerini”…
Yıldızlara bakardım çocukken. Mahpus zamanlarımın gelecek yüklü gizemiydi yıldızlar. Hasret yıllarımın sığınağıydı; hayatın hangi boyutlarında, her ne yaşıyorsak, aynı göğün altındaydık ve aynı yıldızlara bakıyor olmalıydık. Yıldızlar nereye kayboldu sahi; yıldızlar mı yok, biz mi göremiyoruz onları?
Her mevsimle barışık hüzünlerimiz vardı; hazan mevsiminde kalakaldık. Renkleri solgun bir şimdiki zaman ve geleceğin mavidir diye düşlediğimiz rengi belirmedi ufukta bir türlü. Hazan diye mi; yoksun diye mi; umutlar ekmiştik zamana oysa…
Kırgın, kırık bir güz mevsimidir, hazan. Ama de ki, bahar var önümüzde kıştan sonra, bu zamanlar baki değildir, olamaz ve hazan, olsa olsa bahara dair bir direnç sınavıdır…
Güz Ağıdı
Kırgın, kırık bir güz mevsimidir, hazan. Havada, buram buram sıkıntı; koptu kopacak bir fırtına gerginliği. “Hava kurşun gibi ağır”; fakat ne bağıran var ve ne de bağırsan, duyacak olan. Düş ve özlemlerimiz, sevdalarımız, yaprak gibi savruluyor rüzgara kapılmış. Rüzgar tersten esiyor nicedir ve ayakta kalmak için güç gerektir, yürek gerektir, akıl, felsefe ve inat gerektir.
21. yüzyılda yaşıyoruz. İnsanlık tarihi dolusu bilinç ve deneyim var. Bilim insanları “yapay canlı” da ürettiler sonunda. Bir yanda insan olmanın yüzünü ağartan bir devirdir yaşadığımız ve öte yanda savaşlar, ölümler, acılar, bağnazlıklar, olmadık ilkellikler, hayatımızı ve geleceğimizi kanla gölgeliyor.
Güzdür. Hazan. De ki, bahar var önümüzde kıştan sonra; de ki, umutlarımız başka baharlara devretse de, yitirmemek gerek onları… “Günler gitgide kısalıyor” diye yazmıştı Nazım, “Güz” şiirinde; “yağmurlar başlamak üzre” demişti, “kapım ardına kadar açık bekledim seni” demişti ve sormuştu; “niye böyle geç kaldın?”
Nazım’ın beklediği sevgili gelmedi hiç. Güneş bir başka doğmadı, çiçekler daha güzel ve gürbüz açmadılar, yıldızlar niçin sönük böyle, ay nerelere gizlendi; kırgın, kırık bir güz mevsimidir, hazan. Ve rüzgar, ölüm ölüm esiyor; sürükleyerek hayata dair ne varsa…
“Seni” demişti Ahmet Arif, “baharmışsın gibi düşünüyorum”. Güzellik diye bildiğimiz ne varsa, bahardır deriz ona. Dirilişin, yenilenmenin, umudun ve yeniden ve yeniden aşk diyebilmenin mevsimi… Bu güz, bu hazan mevsimi, niçin bu kadar uzadı? Sanki hep güzdü, hazandı, bir araf halinde kıvranıyordu zaman; doğuramadan geleceğini… Bir derin yalnızlığa atıyor kalplerimiz.
Bir derin yalnızlık. Suskunluk.
Yürüsek yağmurlu bir havada halbuki, ıslansak, toprağı koklasak, yağmurlarda yıkansak, üşüsek geceleri, ufuklar arasak seyrinde kendimizi yitirecek, yıldızların soğuk pırıltılarında dünyalar kursak, her sabah yüzümüzü döneceğimiz tarafta güneş doğsa, mavi olsa nereye baksak, deniz mavi, gök mavi…
Hani, su akar, derlerdi, yatağını bulurdu.
Ne zaman yitirdik kalplerimizi biz? Ne zaman çöle döndü, mezara döndü, taşlaştı, yitirdi ruhunu? Hani, sevgiler taşıyacaktık orda biz; sevgiler, güzellikler büyütecektik, bir ömrümüz vardı ve onu biz, bir kutsal emanet, bir armağan gibi yaşayacaktık… “Üşüyorum, kapama gözlerini”…
Yıldızlara bakardım çocukken. Mahpus zamanlarımın gelecek yüklü gizemiydi yıldızlar. Hasret yıllarımın sığınağıydı; hayatın hangi boyutlarında, her ne yaşıyorsak, aynı göğün altındaydık ve aynı yıldızlara bakıyor olmalıydık. Yıldızlar nereye kayboldu sahi; yıldızlar mı yok, biz mi göremiyoruz onları?
Her mevsimle barışık hüzünlerimiz vardı; hazan mevsiminde kalakaldık. Renkleri solgun bir şimdiki zaman ve geleceğin mavidir diye düşlediğimiz rengi belirmedi ufukta bir türlü. Hazan diye mi; yoksun diye mi; umutlar ekmiştik zamana oysa…
Kırgın, kırık bir güz mevsimidir, hazan. Ama de ki, bahar var önümüzde kıştan sonra, bu zamanlar baki değildir, olamaz ve hazan, olsa olsa bahara dair bir direnç sınavıdır…
9 Ekim 2007
cafersolgun@gmail.com