Otuzun üstünde şair, yazar 1-4 Mayıs günlerinde birlikteydik yine. Muğla Üniversitesi, Akyaka Belediyesi, P.E.N Yazarlar Derneği ve Edebiyatçılar Derneği'nin ortaklaşa gerçekleştirdikleri Akyaka Edebiyat Günleri üç yaşındaydı ve artık "uluslararası"ydı. Yurtdışından iki misafir vardı: İsveç'ten Peter Curman, Makedonya'dan Biba İsmail. İkisi de şair. Curman ayrıca örgütçü. Rodos Yazarlarevi'nin kurucularından. Biba İsmail bizden, ayrıca Türkoloji'de okumuş bir hanım. Neşeli, güler yüzlü. Rahat bir Türkçesi var. Havanın esintili olduğunu görmüş, odasına dönerken karşılaştık, "‘Sıcak' bir şey alayım üzerime" dedi, "hırka", "kazak" yerine. Vurgularına güvenemedi sanırım, Makedonca yazdıklarını okudu da Türkçe yazdıklarını Bekir Yurdakul'a bıraktı -geçerken: Hiç kusursuz sunuculuk yaptı dört gün Yurdakul.
Özkan Mert, "Kuracağız Her Şeyi Yeniden" kitabı yüzünden mahkûm edilince ta 70'lerde yurtdışına gitmiş şairimiz. O da Akyaka'daydı. Şiirlerini okudu; Yrd. Doç. Dr. Çiğdem Pala Mull ile birlikte de Curman'ı çevirdi.
Üniversite'nin biri büyük mü büyük, aydınlatma ve seslendirme yönünden hiç mi hiç eksiksiz bir Atatürk Kültür Merkezi var. Sahnesi -nasıl diyeyim- "Aida" operası için bile müsait. Öyle geniş. Sonra, salon basamaklı. Amfiteatr. Sakarya Üniversitesi'nin Süleyman Demirel Konferans Salonu gibi düztaban değil. Kimse kimsenin ensesini görmüyor. Açılış bu salonda yapıldı. Latife Tekin bu salonda konuştu. Nezihe Meriç paneli bu salonda dinlenildi. Konuşmacılar: Cüneyt Issı, Serhat Ulağlı ve Akyaka Edebiyat Günleri'nin hem mimarı hem emekçisi Tülay Akkoyun. Üçü de Yrd. Doç. Dr. Akyaka Edebiyat Günleri'nin iki onur konuğundan biriydi Nezihe Meriç. Diğeri, Oktay Akbal. "60'lardan 90'lara Şiirimiz" de bu salonda tartışıldı Özkan Mert, Kemal Gündüzalp ve Özgen Seçkin tarafından. Nilüfer Açıkalın, öyküsünü burada okuyan tek yazardı. Oyunculuğunu sesine katarak, galiba öyküsünün önüne geçirerek okudu. Ama ona yakışıyordu bu.
Üniversite'nin bir salonu daha var. Lütfiye Aydın'la Cemil Kavukçu'nun öykülerini dinlediğimiz salon. Bu, küçük. Bozan Yaman, İbrahim Baştuğ ve Halim Yazıcı "90'lardan Günümüze Şiirimiz"i tartıştılar. Yazıcı gayet yumuşak, gayet sessiz diyor diyeceklerini. Sanırsınız dedikleri köşesizdirler. Oysa değil. Demedikleri dediklerinden hem de bütün köşeleriyle çıkarılabiliyordu.
Lütfiye Aydın, Semih Gümüş ve Cemil Kavukçu "Öykünün Şimdiki Zamanı" üstüne konuştular. 80'lerden sonraki öykü aleyhine çok şey söylendi bugüne kadar. Sözgelimi, günlük hayatın trajedisini bırakmıştı bu öykü. Yazarına kapanmıştı falan. İlginçtir, bu panelde ve başka oturum ve konuşmalarda da gördüm ki muhalifler artmış. Yine ilginçtir, vakti evveldeki taraftarları da eskisi kadar savunmaz olmuş 80 sonrasını. İzlenimim böyle. Yanılıyor muyum acaba?
Sadece salonuyla değil, ikramı, yemeği ve servisi ile de eşsizdi Üniversite. Şöyle ki alındığımız restoranı tek sanıyorduk. Değilmiş. Altta bir büyük salon daha varmış, Muğla Valiliği'nin yemeği oradaymış, ama çıkışta, peş peşe resmi arabaları görünce haberimiz oldu bundan. Bir yer büyük ve geniş olabilir, amenna! Ama ne lezzeti eksildi ikramın ne servis karıştı ne sıkış tepişlik oldu. Darısı başımıza! Da Rektör Prof. Dr. Şener Oktik'e de bin selam! İhmal edilmeye!
Üçüncü, dördüncü günkü oturumlar Akyaka'daydı. Akyaka, Gökova Körfezi'ne bakıyor. Körfez'e adını veren köyle arası olsun olsun üç kilometre. Yol, iki arabanın geçmesine ara ara izin veriyor. Köyün pazarını övdüler, traktör dolmuşlar var, onlardan birinin römorkunda gittik. Gökova, bildiğimiz Ege köylerinden. İnsanları, sanırsınız bizim Manavlar. Sevimli. Tesadüf müdür, sırtını verdiği dağın adının da bizim Sakar'larla adaş Sakartepe olması?
Akyaka başka. Akyaka'ya güzel eller değmiş. Nail V. Çakırhan 1910 Ula/Muğla doğumlu. Hakkında anlatılacak çok şey var: "1+1=Bir"i Nâzım'la birlikte çıkarır. Hapislerde yatar. TKP'lidir. Bunları geçin, bunlar bir şey değil. Mimarlık eğitimi almamıştır ama "Çakırhan Mimarisi" diye bir kavram onun sayesinde girer mimarlığa, asıl bu önemli. Türkiye'nin ilk açık hava müzesini gerçekleştirdikten sonra, 1970'te Akyaka'ya gelir, iki dönüm toprak alır. İki ustanın yardımıyla kendine ev yapar. Yapmaz, eski Muğla evlerini yeniden yaratır. İşte 1983'te Ağa Han Mimarlık Ödülü bu eve verilir.
İnanmazsınız, Akyaka'daki her ev birer Çakırhan evi gibi. "Ahşap şiir." Oysa kendi evinden sonra burada sadece 20 kadar ev yapmış. Ötekiler, hep Çakırhan'ınkilere bakılarak yapılmış. Ama olgunluk ve özen farkı varsa aralarında bunu anlamak ancak değme mimarlara vergi olmalı. Akyaka kendine mahsus bir yer; çok özel bir kimlik. İşte Çakırhan'ın o az evlerinden birinde kaldık. Yücelen Hotel'de. Konferans Salonu'nda da kulak kesildik. "Hotel" denize sıfır. Ayrıca havuzu var. "Hotel" dediğime bakmayın; resepsiyon, evler, restoran... bir bahçe içinde, ama birbirinden ayrı. Müstakil. Hepsi de iki katlı. Sıcacık. Sımsıcak.
Akyaka'nın bir belediye başkanı var: Ahmet Çalca. Daha ilk gece, sözüne başlarken şöyle dedi: "Bahçesinde ineği, tavukları olan bir evin çocuğuyum." Daha ne desin! Tabiat adamı. Tabiatlı adam. Neclâ (Mert) fark etti, Çalca'ya da dedi: Sonraki hiçbir konuşması ne cümle ne de kelime olarak birbirini tekrarlıyordu. Zengin bakışlıydı Çalca. Anladık ki Akyaka'nın toprağında vardı tabiat sevgisi, dil hassasiyeti ve edebiyat duygusu.
Bir de düşünün böyle bir yerde okunan şiirleri (Bozan Yaman, Gökhan Cengizhan...), öyküleri (Esra Odman, Vicdan Efe, Serap Gökalp, İlhan Doğruyol...) siz! Ya, Özcan Karabulut "Amida" romanını neden yazmış? Alaattin Topçu'ya göre "Romanda Özkurmaca" ne demek? Askeri Öner'in "Anadolu'da Kızılca Halvet"i nasıl bir şey? Hele Muğla Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ünal Türkeş için Muğla ne ifade etmekte?
Ben mi? Benim ne söylediğimi geçin! Adapazarı'ndan tam 12 (yazıyla da: on iki) saat ötede de olsa güzel şeylerdi bunlar. Dirilerek döndüm.
Akyaka'da Dirilmek
Otuzun üstünde şair, yazar 1-4 Mayıs günlerinde birlikteydik yine. Muğla Üniversitesi, Akyaka Belediyesi, P.E.N Yazarlar Derneği ve Edebiyatçılar Derneği'nin ortaklaşa gerçekleştirdikleri Akyaka Edebiyat Günleri üç yaşındaydı ve artık "uluslararası"ydı.
Yurtdışından iki misafir vardı: İsveç'ten Peter Curman, Makedonya'dan Biba İsmail. İkisi de şair. Curman ayrıca örgütçü. Rodos Yazarlarevi'nin kurucularından. Biba İsmail bizden, ayrıca Türkoloji'de okumuş bir hanım. Neşeli, güler yüzlü. Rahat bir Türkçesi var. Havanın esintili olduğunu görmüş, odasına dönerken karşılaştık, "‘Sıcak' bir şey alayım üzerime" dedi, "hırka", "kazak" yerine. Vurgularına güvenemedi sanırım, Makedonca yazdıklarını okudu da Türkçe yazdıklarını Bekir Yurdakul'a bıraktı -geçerken: Hiç kusursuz sunuculuk yaptı dört gün Yurdakul.
Özkan Mert, "Kuracağız Her Şeyi Yeniden" kitabı yüzünden mahkûm edilince ta 70'lerde yurtdışına gitmiş şairimiz. O da Akyaka'daydı. Şiirlerini okudu; Yrd. Doç. Dr. Çiğdem Pala Mull ile birlikte de Curman'ı çevirdi.
Üniversite'nin biri büyük mü büyük, aydınlatma ve seslendirme yönünden hiç mi hiç eksiksiz bir Atatürk Kültür Merkezi var. Sahnesi -nasıl diyeyim- "Aida" operası için bile müsait. Öyle geniş. Sonra, salon basamaklı. Amfiteatr. Sakarya Üniversitesi'nin Süleyman Demirel Konferans Salonu gibi düztaban değil. Kimse kimsenin ensesini görmüyor. Açılış bu salonda yapıldı. Latife Tekin bu salonda konuştu. Nezihe Meriç paneli bu salonda dinlenildi. Konuşmacılar: Cüneyt Issı, Serhat Ulağlı ve Akyaka Edebiyat Günleri'nin hem mimarı hem emekçisi Tülay Akkoyun. Üçü de Yrd. Doç. Dr. Akyaka Edebiyat Günleri'nin iki onur konuğundan biriydi Nezihe Meriç. Diğeri, Oktay Akbal. "60'lardan 90'lara Şiirimiz" de bu salonda tartışıldı Özkan Mert, Kemal Gündüzalp ve Özgen Seçkin tarafından. Nilüfer Açıkalın, öyküsünü burada okuyan tek yazardı. Oyunculuğunu sesine katarak, galiba öyküsünün önüne geçirerek okudu. Ama ona yakışıyordu bu.
Üniversite'nin bir salonu daha var. Lütfiye Aydın'la Cemil Kavukçu'nun öykülerini dinlediğimiz salon. Bu, küçük. Bozan Yaman, İbrahim Baştuğ ve Halim Yazıcı "90'lardan Günümüze Şiirimiz"i tartıştılar. Yazıcı gayet yumuşak, gayet sessiz diyor diyeceklerini. Sanırsınız dedikleri köşesizdirler. Oysa değil. Demedikleri dediklerinden hem de bütün köşeleriyle çıkarılabiliyordu.
Lütfiye Aydın, Semih Gümüş ve Cemil Kavukçu "Öykünün Şimdiki Zamanı" üstüne konuştular. 80'lerden sonraki öykü aleyhine çok şey söylendi bugüne kadar. Sözgelimi, günlük hayatın trajedisini bırakmıştı bu öykü. Yazarına kapanmıştı falan. İlginçtir, bu panelde ve başka oturum ve konuşmalarda da gördüm ki muhalifler artmış. Yine ilginçtir, vakti evveldeki taraftarları da eskisi kadar savunmaz olmuş 80 sonrasını. İzlenimim böyle. Yanılıyor muyum acaba?
Sadece salonuyla değil, ikramı, yemeği ve servisi ile de eşsizdi Üniversite. Şöyle ki alındığımız restoranı tek sanıyorduk. Değilmiş. Altta bir büyük salon daha varmış, Muğla Valiliği'nin yemeği oradaymış, ama çıkışta, peş peşe resmi arabaları görünce haberimiz oldu bundan. Bir yer büyük ve geniş olabilir, amenna! Ama ne lezzeti eksildi ikramın ne servis karıştı ne sıkış tepişlik oldu. Darısı başımıza! Da Rektör Prof. Dr. Şener Oktik'e de bin selam! İhmal edilmeye!
Üçüncü, dördüncü günkü oturumlar Akyaka'daydı.
Akyaka, Gökova Körfezi'ne bakıyor. Körfez'e adını veren köyle arası olsun olsun üç kilometre. Yol, iki arabanın geçmesine ara ara izin veriyor. Köyün pazarını övdüler, traktör dolmuşlar var, onlardan birinin römorkunda gittik. Gökova, bildiğimiz Ege köylerinden. İnsanları, sanırsınız bizim Manavlar. Sevimli. Tesadüf müdür, sırtını verdiği dağın adının da bizim Sakar'larla adaş Sakartepe olması?
Akyaka başka. Akyaka'ya güzel eller değmiş.
Nail V. Çakırhan 1910 Ula/Muğla doğumlu. Hakkında anlatılacak çok şey var: "1+1=Bir"i Nâzım'la birlikte çıkarır. Hapislerde yatar. TKP'lidir. Bunları geçin, bunlar bir şey değil. Mimarlık eğitimi almamıştır ama "Çakırhan Mimarisi" diye bir kavram onun sayesinde girer mimarlığa, asıl bu önemli. Türkiye'nin ilk açık hava müzesini gerçekleştirdikten sonra, 1970'te Akyaka'ya gelir, iki dönüm toprak alır. İki ustanın yardımıyla kendine ev yapar. Yapmaz, eski Muğla evlerini yeniden yaratır. İşte 1983'te Ağa Han Mimarlık Ödülü bu eve verilir.
İnanmazsınız, Akyaka'daki her ev birer Çakırhan evi gibi. "Ahşap şiir." Oysa kendi evinden sonra burada sadece 20 kadar ev yapmış. Ötekiler, hep Çakırhan'ınkilere bakılarak yapılmış. Ama olgunluk ve özen farkı varsa aralarında bunu anlamak ancak değme mimarlara vergi olmalı. Akyaka kendine mahsus bir yer; çok özel bir kimlik.
İşte Çakırhan'ın o az evlerinden birinde kaldık. Yücelen Hotel'de. Konferans Salonu'nda da kulak kesildik. "Hotel" denize sıfır. Ayrıca havuzu var. "Hotel" dediğime bakmayın; resepsiyon, evler, restoran... bir bahçe içinde, ama birbirinden ayrı. Müstakil. Hepsi de iki katlı. Sıcacık. Sımsıcak.
Akyaka'nın bir belediye başkanı var: Ahmet Çalca. Daha ilk gece, sözüne başlarken şöyle dedi: "Bahçesinde ineği, tavukları olan bir evin çocuğuyum." Daha ne desin! Tabiat adamı. Tabiatlı adam. Neclâ (Mert) fark etti, Çalca'ya da dedi: Sonraki hiçbir konuşması ne cümle ne de kelime olarak birbirini tekrarlıyordu. Zengin bakışlıydı Çalca. Anladık ki Akyaka'nın toprağında vardı tabiat sevgisi, dil hassasiyeti ve edebiyat duygusu.
Bir de düşünün böyle bir yerde okunan şiirleri (Bozan Yaman, Gökhan Cengizhan...), öyküleri (Esra Odman, Vicdan Efe, Serap Gökalp, İlhan Doğruyol...) siz! Ya, Özcan Karabulut "Amida" romanını neden yazmış? Alaattin Topçu'ya göre "Romanda Özkurmaca" ne demek? Askeri Öner'in "Anadolu'da Kızılca Halvet"i nasıl bir şey? Hele Muğla Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Ünal Türkeş için Muğla ne ifade etmekte?
Ben mi? Benim ne söylediğimi geçin! Adapazarı'ndan tam 12 (yazıyla da: on iki) saat ötede de olsa güzel şeylerdi bunlar. Dirilerek döndüm.