Babam kapıyı üç defa çalardı... Kocaman bir sevinci sürükleyerek koşardım evimizin eşiğine. Akasyalı bir sokağa bakan küçük evimizin balkonunda her akşam aile sofraları kurulurdu. Zaman mavi benekli kelebek kanatlarında uçuşurdu. Ölüm öyle çok uzaktı ki bize. Kimse bir mezar taşının yanından geçeceğini bile ummazdı. Ölüm, hep hasta yataklarının temiz kokusu, beyaz çarşaflar içerisinde hatırlanır. Beyaz periler bir görünür, bir görünmez, kaybolur, şıpıdık terlik sesi ile kapılar açılıp kapanırdı. Ölüm giz dolu telaş içinde gelir, buhur yükselir, tahta sandıklar kilitlenirdi. Rahvan atlar bilinmeze koşar, meçhule giden bir gemi limandan kalkardı. O günlerde babam bana, kocaman bir gözlük, bir uçak büyüklüğünde gazete, her gün değişen kitap adları gibi gelirdi.
Babam kapıyı üç defa çalardı... Bir gün bir mağazanın vitrininde bir çeşmibülbül gördüm. Kıvrım kıvrım mavilik gözlerime aktı. Cebimde biriken katlanmış bir sürü parayı çıkarıp o cam fanusu kucağıma alınca çok büyüdüğümü sandım. Aynalar artık ergendi. On beş yaşıma bastığım günler yeniydi, gençlik tekinsizdi. Telefon çaldı. Babam Sıvas'tan aradı, sesinde tuhaf bir tedirginlik: "Cuma'ya kalmak istemiyorum, geleceğim". Hiç hevesli değildi ki zaten gitmeye. Akşam televizyonda Sıvas'ta olaylar başlığı. Önce yirmi iki yaralı var, dendi. Babamın hemen geleceğini düşündüm. Saat on haberlerinden sonra alt yazılar geçmeye başladı. Otel yandı bitti, kül oldu, işte şu kadar ölü... Bir bahçeye gittik annemle. Çok gördüğüm, babamla annemin hep götürdüğü, adı çiçek ismi olan bir yere. Yeşim abla (Dorman) ile Tevfik Şenyuva adeta volta atıyorlardı. Boşuna geliyordu bana yaşadıklarımız. Babam ölmezdi ki. Peki niye tanıdığım yüzlerde hep göz yaşı vardı? Tevfik Abi sarıldı bana, "Merak etme Behçet'e bir şey olmaz". Önce babamın muayenehanesine gittik. Sonra Yeşim Abla, hadi dedi, bize gidelim ve 12 haberlerini izleyelim. Ve televizyonda içişleri bakanı Gazioğlu'nun açıklaması. "Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım." Behçet Sefa Aysan dördüncü isim. Meğerse babam öğlen doktor arkadaşlarının yanına uğramış, kimlik tespitini de ne yazık ki onlar yapmışlar! Sessizlik deldi geçti bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, "sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi yazarlarımız, sanatçılarımız var mı" diye soruyor, bakan birkaç dakikalık susuştan sonra "evet" yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum.
Babam kapıyı üç defa çalardı. Sonra adımdan bir fazlasını hatırlamıyorum, annem beni eve götürmüş olmalı. Sabaha kadar mavi odamda bekledim, babamı. Gelecek ve ben afacan bir mutlulukla koşacağım yanına. Hem niye ölsün ki! Yok, bunlar yalan. Gün ışımaya başladığında aklıma, çeşmi bülbül geldi. Nasıl da büyük bir yanılsama içine düştüğüm, alırken kendimi bir aynada kocaman gördüğüm çeşmi bülbül. Oysa deneyimmiş bizi olgunlaştıran. Gazetelerdeki "deneyimli overlokçu, ya da ütücü aranıyor" ilanlarının bile sırrı bir tek kelimede bütünleşiyormuş. İçinde bilgiyi saklı tutan yaşam. O öyle bir erekmiş ki içinde bütün ayrıntıları barındıran. Kapsayıcılığı kelimenin basitliğinden uçsuz bucaksızlığından fazlaymış, paketledim, kaldırdım çeşmi bülbülü. Bir daha sekiz yıl sonra çıkartacağım onu kutunun içinden. Annemin öldüğü gün.
Ertesi gün anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Her gün kendini battaniyelerin altında sakladı. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Anladık ki her konulan teşhis "verilecek hesabı kalmamışlara" değilmiş. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk. -kendini niye bu hale getirdin anne? İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum. -babamı çok mu sevdin anne? -sen olsaydın sen de severdin dedi olanca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar. Annemi bir kefen içinde gördüğümde de yaz başıydı, babama yakın bir mezar bulduk ona. Şimdi sanki bir pencereden babama bakıyormuş da en azından onu gördüğü için iyiymiş gibi geliyor bana. Benim için yaşam artık, annemin ağzından çıkan son sözcüklerde gizli. Sivas'ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sıvas bir aile hikayesinde gizli. Sanki çok uzak bir geçmişte kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikayesinde. Biri kırk üç, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bunlar. Bir romanda okunsa "türk filmi" gibi sulusepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekala. Peki şimdi soracağım soruyu siz de hissedebiliyor musunuz? Biz bu ülkeye bütün bunları hak edecek ne yaptık? Yanıtlayacak tek bir sözcük bile bulamıyorum, bundan sonra da kendim için de hiçbir şey istemiyorum. Bu ülke daha çok erken ölümlere gebe. Tek bildiğim bu. Ama bir de şunu eklemek gerek sanırım, Yıldırım Türker'in: "Haysiyet dediğimiz şiddetli bir mazoşizm pratiğidir" sözü. Biz çoktan rafa kaldırdık vicdan, erdem, onur ve haysiyet gibi sıkıntılı kavramları. Kaldırmayanlar da bunu bir pazarlama aracı olarak kullandılar. Haysiyet, onur ve şeref ne yazık ki "ben onurluyum, haysiyetliyim ve de şerefliyim" diye ortalıklarda dolaşarak, sırıtarak hatta bu kavramlarla bir yerlere mektup filan yazarak olmuyor. Tek kelimeyle yaşanması gerekiyor. Ve bu sözcükleri sarf edenin yerine bir başkasının söylemesi gerek - şart. Hatırlıyorum da kısacık yaşamında babam, bir kez olsun, "ben haysiyetliyim, namusluyum ve onurluyum" diyerek dolaşmadı. Birçok arkadaşı cezaevi günlerini bilmez bile... Bunları birgün bile pazarlama nesnesi olarak kullanmadı. Aradan geçen yıllar çok daha net gösteriyor, babamın ne yazık ki birçok arkadaşı farklı sokaklarda yürümekteler, daha genç olanlar ise siyasal bakış açısını yalnızca kendi biliyormuş gibi özel bir yeterlilik içinde kullanıyor. Yargılamak sorgulamadan son derece kolaymış gibi... Yaşananlardan tek kelimeyle uzaktalar... Bu nedenle İslamcılarla rahatlıkla aynı kahvede nargile fokurdatıyorlar. Bense hiçbir şey yapmıyorum on beş yıldır, annem ve babamın mezarına çiçek koymaktan başka...
Eski Bir Masal
Babam kapıyı üç defa çalardı...
Kocaman bir sevinci sürükleyerek koşardım evimizin eşiğine.
Akasyalı bir sokağa bakan küçük evimizin balkonunda her akşam aile sofraları kurulurdu.
Zaman mavi benekli kelebek kanatlarında uçuşurdu.
Ölüm öyle çok uzaktı ki bize.
Kimse bir mezar taşının yanından geçeceğini bile ummazdı.
Ölüm, hep hasta yataklarının temiz kokusu, beyaz çarşaflar içerisinde hatırlanır. Beyaz periler bir görünür, bir görünmez, kaybolur, şıpıdık terlik sesi ile kapılar açılıp kapanırdı. Ölüm giz dolu telaş içinde gelir, buhur yükselir, tahta sandıklar kilitlenirdi. Rahvan atlar bilinmeze koşar, meçhule giden bir gemi limandan kalkardı.
O günlerde babam bana, kocaman bir gözlük, bir uçak büyüklüğünde gazete, her gün değişen kitap adları gibi gelirdi.
Babam kapıyı üç defa çalardı...
Bir gün bir mağazanın vitrininde bir çeşmibülbül gördüm. Kıvrım kıvrım mavilik gözlerime aktı. Cebimde biriken katlanmış bir sürü parayı çıkarıp o cam fanusu kucağıma alınca çok büyüdüğümü sandım. Aynalar artık ergendi. On beş yaşıma bastığım günler yeniydi, gençlik tekinsizdi.
Telefon çaldı. Babam Sıvas'tan aradı, sesinde tuhaf bir tedirginlik: "Cuma'ya kalmak istemiyorum, geleceğim". Hiç hevesli değildi ki zaten gitmeye.
Akşam televizyonda Sıvas'ta olaylar başlığı. Önce yirmi iki yaralı var, dendi. Babamın hemen geleceğini düşündüm. Saat on haberlerinden sonra alt yazılar geçmeye başladı. Otel yandı bitti, kül oldu, işte şu kadar ölü...
Bir bahçeye gittik annemle. Çok gördüğüm, babamla annemin hep götürdüğü, adı çiçek ismi olan bir yere. Yeşim abla (Dorman) ile Tevfik Şenyuva adeta volta atıyorlardı. Boşuna geliyordu bana yaşadıklarımız. Babam ölmezdi ki. Peki niye tanıdığım yüzlerde hep göz yaşı vardı? Tevfik Abi sarıldı bana, "Merak etme Behçet'e bir şey olmaz".
Önce babamın muayenehanesine gittik. Sonra Yeşim Abla, hadi dedi, bize gidelim ve 12 haberlerini izleyelim.
Ve televizyonda içişleri bakanı Gazioğlu'nun açıklaması. "Ölenlerden ilk sekiz kişinin kimlik tespiti yapıldı, isimlerini sayayım." Behçet Sefa Aysan dördüncü isim. Meğerse babam öğlen doktor arkadaşlarının yanına uğramış, kimlik tespitini de ne yazık ki onlar yapmışlar! Sessizlik deldi geçti bedenimi, hiçbir kıpırtı hatırlamıyorum. Spiker, "sayın bakanım, ölenler arasında Behçet Aysan gibi yazarlarımız, sanatçılarımız var mı" diye soruyor, bakan birkaç dakikalık susuştan sonra "evet" yanıtını veriyor. Ben daha çok korkuyorum.
Babam kapıyı üç defa çalardı.
Sonra adımdan bir fazlasını hatırlamıyorum, annem beni eve götürmüş olmalı. Sabaha kadar mavi odamda bekledim, babamı. Gelecek ve ben afacan bir mutlulukla koşacağım yanına. Hem niye ölsün ki! Yok, bunlar yalan. Gün ışımaya başladığında aklıma, çeşmi bülbül geldi. Nasıl da büyük bir yanılsama içine düştüğüm, alırken kendimi bir aynada kocaman gördüğüm çeşmi bülbül. Oysa deneyimmiş bizi olgunlaştıran. Gazetelerdeki "deneyimli overlokçu, ya da ütücü aranıyor" ilanlarının bile sırrı bir tek kelimede bütünleşiyormuş. İçinde bilgiyi saklı tutan yaşam. O öyle bir erekmiş ki içinde bütün ayrıntıları barındıran. Kapsayıcılığı kelimenin basitliğinden uçsuz bucaksızlığından fazlaymış, paketledim, kaldırdım çeşmi bülbülü. Bir daha sekiz yıl sonra çıkartacağım onu kutunun içinden. Annemin öldüğü gün.
Ertesi gün anneme bir bardak çay uzattım. Gördüm gözünde yaş yerine kan var. Büyüdü gözündeki kan pıhtısı. Günlerce, aylarca gitmedi. Her gün kendini battaniyelerin altında sakladı. Bir kedi gibi incelikle mırıldanarak girdi odadan, çıktı odalardan. Bir gün ayağa da kalkamaz oldu, ağrıdan acıdan duramaz. Anladık ki her konulan teşhis "verilecek hesabı kalmamışlara" değilmiş. Defalarca ameliyat masasına götürdüler annemi. O gideceği yeri bilerek ince bir çizgi gibi gülümsedi. Ölümünden bir gün önce saatlerce konuştuk.
-kendini niye bu hale getirdin anne?
İkimiz de biliyorduk artık geriye dönüşün olmadığını. Gittiği yolun çıkmaz bir sokakla birleştiğini daha önce bilseydi, kendini korur muydu, sanmıyorum.
-babamı çok mu sevdin anne?
-sen olsaydın sen de severdin dedi olanca mahcupluğuyla, sarıldım ona. Kara gözlerine baktım, kaşlarına. Son konuşmalarımızdı bunlar.
Annemi bir kefen içinde gördüğümde de yaz başıydı, babama yakın bir mezar bulduk ona. Şimdi sanki bir pencereden babama bakıyormuş da en azından onu gördüğü için iyiymiş gibi geliyor bana.
Benim için yaşam artık, annemin ağzından çıkan son sözcüklerde gizli. Sivas'ın anlamını soruyor kimileri. İşte diyorum Sıvas bir aile hikayesinde gizli. Sanki çok uzak bir geçmişte kalmış, hiç yaşanmamış bir aile hikayesinde.
Biri kırk üç, biri kırk dokuz yaşında ölen iki insandan kalanlardır bunlar. Bir romanda okunsa "türk filmi" gibi sulusepken, akıl başa gelince de bizim ülkemizde olası bir kurgusu var denebilir pekala. Peki şimdi soracağım soruyu siz de hissedebiliyor musunuz?
Biz bu ülkeye bütün bunları hak edecek ne yaptık?
Yanıtlayacak tek bir sözcük bile bulamıyorum, bundan sonra da kendim için de hiçbir şey istemiyorum. Bu ülke daha çok erken ölümlere gebe. Tek bildiğim bu.
Ama bir de şunu eklemek gerek sanırım, Yıldırım Türker'in: "Haysiyet dediğimiz şiddetli bir mazoşizm pratiğidir" sözü. Biz çoktan rafa kaldırdık vicdan, erdem, onur ve haysiyet gibi sıkıntılı kavramları. Kaldırmayanlar da bunu bir pazarlama aracı olarak kullandılar. Haysiyet, onur ve şeref ne yazık ki "ben onurluyum, haysiyetliyim ve de şerefliyim" diye ortalıklarda dolaşarak, sırıtarak hatta bu kavramlarla bir yerlere mektup filan yazarak olmuyor. Tek kelimeyle yaşanması gerekiyor. Ve bu sözcükleri sarf edenin yerine bir başkasının söylemesi gerek - şart.
Hatırlıyorum da kısacık yaşamında babam, bir kez olsun, "ben haysiyetliyim, namusluyum ve onurluyum" diyerek dolaşmadı. Birçok arkadaşı cezaevi günlerini bilmez bile... Bunları birgün bile pazarlama nesnesi olarak kullanmadı.
Aradan geçen yıllar çok daha net gösteriyor, babamın ne yazık ki birçok arkadaşı farklı sokaklarda yürümekteler, daha genç olanlar ise siyasal bakış açısını yalnızca kendi biliyormuş gibi özel bir yeterlilik içinde kullanıyor. Yargılamak sorgulamadan son derece kolaymış gibi... Yaşananlardan tek kelimeyle uzaktalar... Bu nedenle İslamcılarla rahatlıkla aynı kahvede nargile fokurdatıyorlar.
Bense hiçbir şey yapmıyorum on beş yıldır, annem ve babamın mezarına çiçek koymaktan başka...