sabahın ilk ışıklarında kuzeyden gelen beyaz bulutlar dağların üzerinden kente girerken dağılmış… göğün mavisi kendini o kadar net bir şekilde rengini sunmuştu ki sanki 1 mayıs’ta bende varım demeye getirmişti… saat 8:30 da şişli abide-i hürriyet caddesine girer girmez güvenlik güçleri 1 mayıslı yürekleri parçalara ayırarak dağıtmaya başlamışlardı.
caddeye adımımı atar atmaz bu çatışmanın arasında kaldım. (bu tür durumlarda her zaman iki seçenek vardır. bunlardan biri o yüreklere katılmak diğeri ise oradan çıkma becerisi göstererek asıl hedefinize ulaşmak… üçüncü şık asla olamaz… bunu ne aklıma ne dilime ne de kalbime alabilirim… bu şıkkın düşüncesi bile beni ürkütmüştür…)
etrafta tanıdık bir yüz var mı diye bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola gidip geldim. o ana kadar gözüme ilişen aşina bir yüz bulamadım. -- daha erken dedim, kendi kendime… sonra bu düşüncemi çürüttüm. saat 9’a geliyor, ne erkeni, olmamaları mümkün değil, dedim.
şişli’den taksim’e bütün yolların tutulmasını bırakın, her ara sokak, her apartman girişi, bastığınız her adım tutulmuştu…(adımlarınızın yalnızca biri size ait… hatta bazen ikisi de size ait değil… adım atmamak adımsızlık değildir… bu tür durumlarda atmadığınız/atamadığınız adım sizin adımınızdır…) ve böylesi barikatları aşmak gerçekten zordur.
birkaç dakika sonra adımı duydum… adımı sesleyen yöne yüzümü çevirdim. o ses; yüzü, dili ve acil değerleriyle yaklaşıp bir anda elimi tuttu ve yüz yüze dokunduk… orada dört hatta beş tarafı çevrilmiş yeryüzü caddesinde bir dosta sarılmanın ne olduğunu ne anlamlar taşıdığını biliriz… o ses, halil ibrahim özcan’dı… halil ibrahim özcan, 1 mayıs günü sabahın erken saatlerinde orada bulunarak dostları için bir alan yaratarak sürekli bir efor göstermiştir.
ikinci ve üçüncü fırtınayı da atlatıp arkadaşlarımızla buluşmaya başladık…
bu arada sendikalar, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, pen, yazarlar sendikası, edebiyatçılar derneği üyeleri yavaş yavaş yürüyüş için bir araya gelmeye başladılar.
kalabalıklaştıkça heyecanımız daha da artıyordu…
32 yıl boyunca 1 mayıs’ın taksim’de kutlanması düşünü ve umudunu hep sakladık… nihayet bu düşü, bu umudu biraz eksik biraz buruk da olsa -bunun bir başlangıç olabileceğini unutmadan- heyecanımızı küçültmeden sabırla ve inançla yürümeye, çoğalmaya başladık…
yalnız kaldık yürüdük… eksik kaldık yürüdük… hep arkamızdan vurulduk yürüdük… ağladık yürüdük… yürüdük ve çoğaldık…
taksim’e yürürken hepimizin gözünün önüne geçmişte yaşadığımız bir mayıs karelerinin geldiğine inanıyorum. özellikle 1 mayıs 1977’de bulunan dostların içlerindeki duygu daha bir anlamlıydı…
kol kola girdik: leyla erbil, yılmaz onay, latife tekin, tarık günersel, metin cengiz, mustafa köz, oğuz özdem, cengiz kılçer, efe duyan, onur behramoğlu,yaşar miraç, halil ibrahim özcan, zeki çoşkun ve adını anımsayamadığım dostlar… diğer yazar dostlarımız da yürüyüşün diğer alanlarında oldukları için onlarla da ancak meydanda buluşabildik…
taksime yaklaşık on ya da yirmi metre kala heyecanımız daha da arttı. herkes daha bir suskun ve herkes daha bir herkesin gözlerinin içine bakıyordu… ve herkesin içinden sanki şu geçiyordu: “az kaldı”, “az kaldı”, “geldik, gireceğiz”
taksimin ucuna ayaklarımızla, ellerimizle, yüreğimizle dokunduğumuz anda o sessizlik büyük bir coşkuya, o sessizlik bir sevince ve içli gözyaşlarına döndü…
“işte taksim, işte 1 mayıs” sloganıyla ve duygularımızın temsili alkışlarla 32 yıl aradan sonra taksim meydanına girdik…
meydanın ortasında tanıdık tanımadık herkes birbirine sarılıyor, tokalaşıyor ve öpüşüyordu…
gözlerimizde yediğimiz gazlardan kızaran ateş yerini bir inancın, bir düşün, onurun ve orada 32 yıl sonra kucaklaşmanın ateşi almıştı…
meydanda bütün gruplar yerlerini alınca binler yüzünü kazancı yokuşuna çevirdi… 1 mayıs marşı eşliğinde saygı duruşunda kazancı yokuşuna, 32 yıl öncesine sesimizi verdik… ardından onların seslerine kulak kabarttık…
1 mayıs 1977 ile 1 mayıs’ın 100. yılı 2009’da yüzyüze ve iç içe olduk…
hiçbir inanç, hiçbir düş ve umut boşa gitmedi, gidemez de…
100. mayıs’ta 1 taksim
sabahın ilk ışıklarında kuzeyden gelen beyaz bulutlar dağların üzerinden kente girerken dağılmış… göğün mavisi kendini o kadar net bir şekilde rengini sunmuştu ki sanki 1 mayıs’ta bende varım demeye getirmişti…
saat 8:30 da şişli abide-i hürriyet caddesine girer girmez güvenlik güçleri 1 mayıslı yürekleri parçalara ayırarak dağıtmaya başlamışlardı.
caddeye adımımı atar atmaz bu çatışmanın arasında kaldım. (bu tür durumlarda her zaman iki seçenek vardır. bunlardan biri o yüreklere katılmak diğeri ise oradan çıkma becerisi göstererek asıl hedefinize ulaşmak… üçüncü şık asla olamaz… bunu ne aklıma ne dilime ne de kalbime alabilirim… bu şıkkın düşüncesi bile beni ürkütmüştür…)
etrafta tanıdık bir yüz var mı diye bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola gidip geldim. o ana kadar gözüme ilişen aşina bir yüz bulamadım.
-- daha erken dedim, kendi kendime…
sonra bu düşüncemi çürüttüm. saat 9’a geliyor, ne erkeni, olmamaları mümkün değil, dedim.
şişli’den taksim’e bütün yolların tutulmasını bırakın, her ara sokak, her apartman girişi, bastığınız her adım tutulmuştu…(adımlarınızın yalnızca biri size ait… hatta bazen ikisi de size ait değil… adım atmamak adımsızlık değildir… bu tür durumlarda atmadığınız/atamadığınız adım sizin adımınızdır…)
ve böylesi barikatları aşmak gerçekten zordur.
birkaç dakika sonra adımı duydum…
adımı sesleyen yöne yüzümü çevirdim.
o ses; yüzü, dili ve acil değerleriyle yaklaşıp bir anda elimi tuttu ve yüz yüze dokunduk…
orada dört hatta beş tarafı çevrilmiş yeryüzü caddesinde bir dosta sarılmanın ne olduğunu ne anlamlar taşıdığını biliriz…
o ses, halil ibrahim özcan’dı…
halil ibrahim özcan, 1 mayıs günü sabahın erken saatlerinde orada bulunarak dostları için bir alan yaratarak sürekli bir efor göstermiştir.
ikinci ve üçüncü fırtınayı da atlatıp arkadaşlarımızla buluşmaya başladık…
bu arada sendikalar, sivil toplum örgütleri, siyasi partiler, pen, yazarlar sendikası, edebiyatçılar derneği üyeleri yavaş yavaş yürüyüş için bir araya gelmeye başladılar.
kalabalıklaştıkça heyecanımız daha da artıyordu…
32 yıl boyunca 1 mayıs’ın taksim’de kutlanması düşünü ve umudunu hep sakladık… nihayet bu düşü, bu umudu biraz eksik biraz buruk da olsa -bunun bir başlangıç olabileceğini unutmadan- heyecanımızı küçültmeden sabırla ve inançla yürümeye, çoğalmaya başladık…
yalnız kaldık yürüdük…
eksik kaldık yürüdük…
hep arkamızdan vurulduk yürüdük…
ağladık yürüdük…
yürüdük ve çoğaldık…
taksim’e yürürken hepimizin gözünün önüne geçmişte yaşadığımız bir mayıs karelerinin geldiğine inanıyorum.
özellikle 1 mayıs 1977’de bulunan dostların içlerindeki duygu daha bir anlamlıydı…
kol kola girdik: leyla erbil, yılmaz onay, latife tekin, tarık günersel, metin cengiz, mustafa köz, oğuz özdem, cengiz kılçer, efe duyan, onur behramoğlu,yaşar miraç, halil ibrahim özcan, zeki çoşkun ve adını anımsayamadığım dostlar…
diğer yazar dostlarımız da yürüyüşün diğer alanlarında oldukları için onlarla da ancak meydanda buluşabildik…
taksime yaklaşık on ya da yirmi metre kala heyecanımız daha da arttı. herkes daha bir suskun ve herkes daha bir herkesin gözlerinin içine bakıyordu…
ve herkesin içinden sanki şu geçiyordu: “az kaldı”, “az kaldı”, “geldik, gireceğiz”
taksimin ucuna ayaklarımızla, ellerimizle, yüreğimizle dokunduğumuz anda o sessizlik büyük bir coşkuya, o sessizlik bir sevince ve içli gözyaşlarına döndü…
“işte taksim, işte 1 mayıs” sloganıyla ve duygularımızın temsili alkışlarla 32 yıl aradan sonra taksim meydanına girdik…
meydanın ortasında tanıdık tanımadık herkes birbirine sarılıyor, tokalaşıyor ve öpüşüyordu…
gözlerimizde yediğimiz gazlardan kızaran ateş yerini bir inancın, bir düşün, onurun ve orada 32 yıl sonra kucaklaşmanın ateşi almıştı…
meydanda bütün gruplar yerlerini alınca binler yüzünü kazancı yokuşuna çevirdi… 1 mayıs marşı eşliğinde saygı duruşunda kazancı yokuşuna, 32 yıl öncesine sesimizi verdik… ardından onların seslerine kulak kabarttık…
1 mayıs 1977 ile 1 mayıs’ın 100. yılı 2009’da yüzyüze ve iç içe olduk…
hiçbir inanç, hiçbir düş ve umut boşa gitmedi, gidemez de…
1 mayıs bu coğrafyanın karnavalı olsun…