Post-modern çağ sanatının ayırıcı özelliği, yapıtı metalaştırması, asli mükellefiyetlerinden soyundurması, bir endüstri nesnesi haline dönüştürmesi ve pazarda, en alelade mamülden farksız bir anlayışla sürüme sunmasıydı. Kültürdeki endüstrileşmenin kaçınılmaz sonucu olan ve insanlığın düşünce tarihinde bir nevi fetret devri olarak anılacak bu dönem, doğası gereği imaj, imge, reklam, kandırma, aldatmacaya dayalı bir sanatsal ağ kurdu. Bu ağa hizmet edecek tatlısu eleştirmenlerini biztihi kendi elleriyle kuvözlerde yetiştirdi ve münasip pozisyonlara getirdi. Neo-liberal çağın sanatsal yansıması olan post-modern çağda sanat her türlü idealist, sosyal, beşeri, tözsel ereğinden koparılıp menfaat ve propagandanın temel ögesi haline getirildi. Bunların sonucunda herhangi bir “sanatsal yaratı”(!) husule geldiğinde ortalığı sahtekar goygoycuların kakafonik propagandalarından ve medyadaki atanmış kuvöz eleştirmenlerinin Bremen Mızıkacıları’nı andıran çığırtkanlıklarından ibaret bir tanıtım süreci kaplar oldu. Zaten donanımsız bırakılmış, baskılanmış, popüler kültür bombardımanıyla budalalaştırılmış, düşünsel erkleri elinden alınmış, kültürsüz, cahil kitleler, bu kakafoniden doğan hormonlu yapıtları süpermarket alışverişi yapar gibi alır, tüketir oldu. Alışveriş sepetine atılan, kitap ya da DVD, patates, hıyar, ampul, orkid, soda ve çamaşır suları arasında yerini alırken kredi kartının borcu birkaç kuruş daha yükseliyor ve fakat birkaç tane de tatlı bonus geliyordu. Eve gidince yapıtın kapağına şöyle bir bakılıyor, bir kenara fırlatılıp atılıyordu. Okunan ve izlenenlerdense hiçbir şey anlaşılmıyordu. Zaten içleri de tamamen boş oluyordu.
Tüm Bunların neticesinde ne oldu? İşte bakın kitap satış listelerine... Tek bir haysiyetli sanat yapıtı, tek bir değerli edebiyat yapıtı girebiliyor mu çok satanlara? Sadece çok satanlara mı bakalım; bizatihi namlı eleştirmenler tarafından verilen edebiyat ödüllerinin bu yıl kimlere gittiğine, hangi eserlerin övüldüğüne bakalım. Hiçbiri hakedilmemiş, binbir ayarlamanın ürünü, hicap verecek düzeyde yapıntı bir ödül tezgahı... Bu tarz yöntemlerle çalışan, kültür piyasasını kıskaca almış suiniyetli fesadın düşünce fıkdanına uğrattığı zavallı toplum, tamamı düzeysiz binbir yapıtı, egosantrik medyatik simaların sulu, müptezel çığırtkanlıkları arasında kitap formatına getirilmiş olarak evine taşıyor hergün her gece.
Yaşamakta olduğumuz, ademiyetin inkırazı, esasında buradan neşet ediyor.
Kitap dünyasında durum böyle de diğer sanatlarda farklı mı? Sinemeda yürüyen tezgah daha da acı. Sinema sanatı endüstriyel sunuma daha da göbekten bağlı olduğu için, bir film çekildiğinde parayı koyanların veveylası ile bir sinema yatırımcısını batırmak istemeyen değersiz eleştirmenlerin arabesk övgüleri ve piyasada yer etmeye çabalayan menfaat karşılığı ehlileştirilmiş eleştirmenlerin goygoyları ve birbirlerini destekleyen kültür lobicilerinin yarattığı tozbulutu içinde herhangi bir ülkede müsamere sınıfına bile sokulamayacak acayip dramalar, acuze çalışmalar büyük sanatçıların yaratıları olarak sunuluyor.
Bu sayede geldiğimiz yer çölleşme; çoraklaşma. Bir adım sonrası ise felaket. Sanatta çürümenin en kepaze hali. Düşüncenin insanlıktan kovulduğu an...
Artık ortalama bir üniversite talebesinin bile farkında olduğu bu realiteleri neden bir kez daha sıralıyoruz? Çünkü nadir de olsa bu çarka çomak sokmaya kalkan değerli eleştirmenler çıkıyor. Onların herhangi bir çalışması ile karşılaşmak heyecan veriyor. Umudun tükenmediğine dair fikirleri canlandırıyor. İşte bunlardan biri: Tunca Arslan’ın Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayınlanan kitabı “Akla Zarar Filmler”.
Tunca Arslan’ın Akla Zarar Filmler adlı özgün eleştirel deneme kitabı ademiyetin içine düştüğü bu düşünsel fetret çölünde bir bardak soğuk su gibi geldi bana. Satın alınmamış, angaje olmamış, sanatın hakkını veren, küçük dayanışma lobilerine göz kırpmayan, aman herkesle iyi geçineyim kaygısına düşmemiş, düşman sahibi olmayayım, piyasa beni dışlamasın, pozisyon kaybetmeyeyim, aman endüsti beni kusmasın, pozitif yazılarla kendime yol açayım, efendime yaranayım sefilliğiyle davranmayan omurgalı bir eleştirmen görmeyi özlemişim.
Tunca Arslan’ın özgün deneysel kitabı bu nedenlerden dolayı cesametinin ötesine taşan bir tarihsel-düşünsel sorumluluğu yansıtan bir eser olarak ciddiye alınmalı. Özellikle duruşu nedeniyle alkışlanmalı. Bu alkış ve övgü çok önemlidir. Çünkü post-modern çağın yapıntı sanatının, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ve yok etmeyi en çok arzuladığı kişi eleştirmenin ta kendisidir. Çünkü eleştiri ve eleştirmen yokedildiği taktirde düşünen insan da yokedilmiş olacak ve ortalık dikensiz gül bahçesine dönecektir. İşte o nedenle Tunca Arslan’ın mütevazi ve eğlendirici kitabı bize hala bazı eleştirmenlerin direnmeye ve düşüncenin bu fetret çağında ayakta kalmaya çabaladığını gösteren bir kanıt olarak kutsanmalıdır.
Akla Zarar Filmler, özünde sui niyetlerle alkışlanmış, sırf menfaat için sanatın ideallerine ihanet edilerek övülmüş, pazarlanmış ve haketmedikleri saygınlıklara ulaştırılmış kimi sinemacıları ve filmlerini bir seçki mantığıyla mercek altına yatıran fragmanter yazılardan oluşuyor. Dürüst söyleyeyim, eleştiri yazılarını toparlanmış yazılardan değil, aktüel dergilerden okumayı tercih ederim. O nedenle toplama eleştiri yazıları bana sıkıcı ve gündemden düşmüş gibi gözükür. Fakat Tunca Arslan’ın kitabı için bu böyle olmadı. Kitabı büyük bir zevkle hatta benzeri görülmemiş bir serinkanlı ironinin tesiri altında müthiş eğlenerek okudum. Diyebilirim ki bu yıl okuduğum pek az romandan bu tadı alabildim. O zaman farkettim ki, saygıdeğer eleştirmen Tunca Arslan, yıllar içinde, mütevazi kimliğinin ardına sakladığı, oldukça yüksek bir yazınsal becerinin sahibi olmuş. Metinleri çarpıcı, kompozisyonları etkileyici, emsalsiz bir ironik anlatımı var ve tam bir yazı ustası olmuş. Diyebilirim ki eleştiri yazmıyor, bizi alıp apayrı bir anlatı evrenine görütüyor. Ve orada bindirdiği lunapark dönmedolabında binbir serüvene sokuyor. Suni, snob, çapsız sanatçılarla eğleniyor, kimseyi aşağılamadan sanatını analiz ediyor, bulgularını serinkanlı bir mizahla sunarken bizi gülme krizlerine sokup çıkarıyor.
Akla Zarar Filmler’i anlatmaya çabaladığı kitapla Tunca Arslan sadece sinema dünyamıza omurgalı, dürüst, düzeyli bir duruşu taşımıyor, eleştirinin de bir edebiyat türü olduğunu kanıtlıyor. Eleştiri yazmanın büyük bir yazınsal beceri ve ustalık gerektirdiğini gösteriyor. Bu kez, gerçek sanatseverlerin, gerçek aydının değil; düşüncenin fetret çağındaki sefil insancığın ve kazib sanatçının, kazib aydının, kazib entelektüellin aklına zararlar veriyor.
Bu sempatik “konsept kitap”ı okuduğunuzda nice nice “Dünyayı Kurtaran Adam”larımız olduğunu görecek ağırbaşlı bir mizahın etkisinde gülmekten kırılacaksınız.
Kazib Sanatçıya “Güzelleme”...
Post-modern çağ sanatının ayırıcı özelliği, yapıtı metalaştırması, asli mükellefiyetlerinden soyundurması, bir endüstri nesnesi haline dönüştürmesi ve pazarda, en alelade mamülden farksız bir anlayışla sürüme sunmasıydı. Kültürdeki endüstrileşmenin kaçınılmaz sonucu olan ve insanlığın düşünce tarihinde bir nevi fetret devri olarak anılacak bu dönem, doğası gereği imaj, imge, reklam, kandırma, aldatmacaya dayalı bir sanatsal ağ kurdu. Bu ağa hizmet edecek tatlısu eleştirmenlerini biztihi kendi elleriyle kuvözlerde yetiştirdi ve münasip pozisyonlara getirdi. Neo-liberal çağın sanatsal yansıması olan post-modern çağda sanat her türlü idealist, sosyal, beşeri, tözsel ereğinden koparılıp menfaat ve propagandanın temel ögesi haline getirildi. Bunların sonucunda herhangi bir “sanatsal yaratı”(!) husule geldiğinde ortalığı sahtekar goygoycuların kakafonik propagandalarından ve medyadaki atanmış kuvöz eleştirmenlerinin Bremen Mızıkacıları’nı andıran çığırtkanlıklarından ibaret bir tanıtım süreci kaplar oldu.
Zaten donanımsız bırakılmış, baskılanmış, popüler kültür bombardımanıyla budalalaştırılmış, düşünsel erkleri elinden alınmış, kültürsüz, cahil kitleler, bu kakafoniden doğan hormonlu yapıtları süpermarket alışverişi yapar gibi alır, tüketir oldu. Alışveriş sepetine atılan, kitap ya da DVD, patates, hıyar, ampul, orkid, soda ve çamaşır suları arasında yerini alırken kredi kartının borcu birkaç kuruş daha yükseliyor ve fakat birkaç tane de tatlı bonus geliyordu. Eve gidince yapıtın kapağına şöyle bir bakılıyor, bir kenara fırlatılıp atılıyordu. Okunan ve izlenenlerdense hiçbir şey anlaşılmıyordu. Zaten içleri de tamamen boş oluyordu.
Tüm Bunların neticesinde ne oldu? İşte bakın kitap satış listelerine... Tek bir haysiyetli sanat yapıtı, tek bir değerli edebiyat yapıtı girebiliyor mu çok satanlara? Sadece çok satanlara mı bakalım; bizatihi namlı eleştirmenler tarafından verilen edebiyat ödüllerinin bu yıl kimlere gittiğine, hangi eserlerin övüldüğüne bakalım. Hiçbiri hakedilmemiş, binbir ayarlamanın ürünü, hicap verecek düzeyde yapıntı bir ödül tezgahı... Bu tarz yöntemlerle çalışan, kültür piyasasını kıskaca almış suiniyetli fesadın düşünce fıkdanına uğrattığı zavallı toplum, tamamı düzeysiz binbir yapıtı, egosantrik medyatik simaların sulu, müptezel çığırtkanlıkları arasında kitap formatına getirilmiş olarak evine taşıyor hergün her gece.
Yaşamakta olduğumuz, ademiyetin inkırazı, esasında buradan neşet ediyor.
Kitap dünyasında durum böyle de diğer sanatlarda farklı mı? Sinemeda yürüyen tezgah daha da acı. Sinema sanatı endüstriyel sunuma daha da göbekten bağlı olduğu için, bir film çekildiğinde parayı koyanların veveylası ile bir sinema yatırımcısını batırmak istemeyen değersiz eleştirmenlerin arabesk övgüleri ve piyasada yer etmeye çabalayan menfaat karşılığı ehlileştirilmiş eleştirmenlerin goygoyları ve birbirlerini destekleyen kültür lobicilerinin yarattığı tozbulutu içinde herhangi bir ülkede müsamere sınıfına bile sokulamayacak acayip dramalar, acuze çalışmalar büyük sanatçıların yaratıları olarak sunuluyor.
Bu sayede geldiğimiz yer çölleşme; çoraklaşma. Bir adım sonrası ise felaket. Sanatta çürümenin en kepaze hali. Düşüncenin insanlıktan kovulduğu an...
Artık ortalama bir üniversite talebesinin bile farkında olduğu bu realiteleri neden bir kez daha sıralıyoruz? Çünkü nadir de olsa bu çarka çomak sokmaya kalkan değerli eleştirmenler çıkıyor. Onların herhangi bir çalışması ile karşılaşmak heyecan veriyor. Umudun tükenmediğine dair fikirleri canlandırıyor. İşte bunlardan biri: Tunca Arslan’ın Kırmızı Kedi Yayınları tarafından yayınlanan kitabı “Akla Zarar Filmler”.
Tunca Arslan’ın Akla Zarar Filmler adlı özgün eleştirel deneme kitabı ademiyetin içine düştüğü bu düşünsel fetret çölünde bir bardak soğuk su gibi geldi bana. Satın alınmamış, angaje olmamış, sanatın hakkını veren, küçük dayanışma lobilerine göz kırpmayan, aman herkesle iyi geçineyim kaygısına düşmemiş, düşman sahibi olmayayım, piyasa beni dışlamasın, pozisyon kaybetmeyeyim, aman endüsti beni kusmasın, pozitif yazılarla kendime yol açayım, efendime yaranayım sefilliğiyle davranmayan omurgalı bir eleştirmen görmeyi özlemişim.
Tunca Arslan’ın özgün deneysel kitabı bu nedenlerden dolayı cesametinin ötesine taşan bir tarihsel-düşünsel sorumluluğu yansıtan bir eser olarak ciddiye alınmalı. Özellikle duruşu nedeniyle alkışlanmalı. Bu alkış ve övgü çok önemlidir. Çünkü post-modern çağın yapıntı sanatının, öldürmeyi, ortadan kaldırmayı ve yok etmeyi en çok arzuladığı kişi eleştirmenin ta kendisidir. Çünkü eleştiri ve eleştirmen yokedildiği taktirde düşünen insan da yokedilmiş olacak ve ortalık dikensiz gül bahçesine dönecektir. İşte o nedenle Tunca Arslan’ın mütevazi ve eğlendirici kitabı bize hala bazı eleştirmenlerin direnmeye ve düşüncenin bu fetret çağında ayakta kalmaya çabaladığını gösteren bir kanıt olarak kutsanmalıdır.
Akla Zarar Filmler, özünde sui niyetlerle alkışlanmış, sırf menfaat için sanatın ideallerine ihanet edilerek övülmüş, pazarlanmış ve haketmedikleri saygınlıklara ulaştırılmış kimi sinemacıları ve filmlerini bir seçki mantığıyla mercek altına yatıran fragmanter yazılardan oluşuyor. Dürüst söyleyeyim, eleştiri yazılarını toparlanmış yazılardan değil, aktüel dergilerden okumayı tercih ederim. O nedenle toplama eleştiri yazıları bana sıkıcı ve gündemden düşmüş gibi gözükür. Fakat Tunca Arslan’ın kitabı için bu böyle olmadı. Kitabı büyük bir zevkle hatta benzeri görülmemiş bir serinkanlı ironinin tesiri altında müthiş eğlenerek okudum. Diyebilirim ki bu yıl okuduğum pek az romandan bu tadı alabildim. O zaman farkettim ki, saygıdeğer eleştirmen Tunca Arslan, yıllar içinde, mütevazi kimliğinin ardına sakladığı, oldukça yüksek bir yazınsal becerinin sahibi olmuş. Metinleri çarpıcı, kompozisyonları etkileyici, emsalsiz bir ironik anlatımı var ve tam bir yazı ustası olmuş. Diyebilirim ki eleştiri yazmıyor, bizi alıp apayrı bir anlatı evrenine görütüyor. Ve orada bindirdiği lunapark dönmedolabında binbir serüvene sokuyor. Suni, snob, çapsız sanatçılarla eğleniyor, kimseyi aşağılamadan sanatını analiz ediyor, bulgularını serinkanlı bir mizahla sunarken bizi gülme krizlerine sokup çıkarıyor.
Akla Zarar Filmler’i anlatmaya çabaladığı kitapla Tunca Arslan sadece sinema dünyamıza omurgalı, dürüst, düzeyli bir duruşu taşımıyor, eleştirinin de bir edebiyat türü olduğunu kanıtlıyor. Eleştiri yazmanın büyük bir yazınsal beceri ve ustalık gerektirdiğini gösteriyor. Bu kez, gerçek sanatseverlerin, gerçek aydının değil; düşüncenin fetret çağındaki sefil insancığın ve kazib sanatçının, kazib aydının, kazib entelektüellin aklına zararlar veriyor.
Bu sempatik “konsept kitap”ı okuduğunuzda nice nice “Dünyayı Kurtaran Adam”larımız olduğunu görecek ağırbaşlı bir mizahın etkisinde gülmekten kırılacaksınız.
Hikmet Temel Akarsu
İstanbul, 19 Temmuz 2009
htakarsu@gmail.com
www.myspace.com/hikmettemelakarsu
Akla Zarar Filmler
Tunca Arslan
Eleştiri-Deneme – 158 Sayfa
Kırmızı Kedi Yayınları