Bazı düşünürler, doğadaki tüm canlıların öldürmeye programlı, yani doğuştan katil olduğunu iddia ederler. Gerçekten de doğaya dikkatli baktığımızda sürekli birbirlerini tüketmeye ve çoğalmaya çabalayan türlerin amansız savaşını görürüz. Genellikle beslenmek ve yaşamını sürdürebilmek amacıyla, kural tanımaksızın karşısına çıkan her canlıyı öldürmeye programlı türlerin hilafına hareket eden bir tür aradığımızda ise olanca azametiyle ve parıltılı zekasıyla insanoğlunu görürüz. İnsanoğlu, öldürme, hayatta kalma ve başarma konusundaki olağanüstü maharetlerine ve “katillerin en yeteneklisi” olmasına rağmen akıl saiki ile hareket etmeyi, kimi canlıları yaşatmayı, kimilerini çoğaltmayı, türleri tükenmekte olanları hayatta kalmaları için desteklemeyi seçmiş; doğanın çeşitlilik içinde varolabileceğini anlamış ve bunu icra etme sorumluluğunu geç de olsa üzerine almış bir türdür. Bu tür, bu planetin sağduyusu ve efendisi olma yetkisini hakedecek bir noktaya doğru hızla yönelmektedir. Her ne kadar kapitalizmin hala tasfiye edilememiş olmasının getirdiği, yıkım, vahşet, acımasızlık, aymazlık, adaletsizlik, ilkellik ve tahribat sürüp gidiyorsa da tünelin ucundaki ışığın gözüktüğü ve bu akıldışı sistemin hitama erdirilmek üzere olduğu artık tüm aklıselim kişiler tarafında teslim edilmektedir.
“Barış ne için lazım? Adalet ne için lazım? Mutlak adaleti bana betimleyebilir misin? Türümüz neden dünyanın efendisi olsun? Neden biz dünyanın selametini üstlenelim? Zaten yaşam ne ki? Neyin anlamı var ki? Başarmak da ne ki? Her şey boş değil mi? Ölümün olduğu yerde konuşmanın ne anlamı var? Senin olmayacağın bir dünya var olmuş sana ne? Geleceği ellerinle tutabilir misin? Ya gerçeği? Ya doğruyu? Ya mutluluğu? Ya dünyanın bekası? Tüm bunların anlamı ne?” türünden henüz yanıtı verilememiş ve dünya durdukça tartışılacak sualleri bir kenara bırakarak çatışmasız bir dünya ütopyası üzerindeki düşünsel egzersizimize devam etmek dileğindeyiz. Bizi alakadar eden çatışmasız bir dünyanın olamayacağı, olsa bile anlamının olamayacağı yönündeki tespitlere günümüz pratiğinden ve klasisizm’den yararlanarak değişik yorumlar getirmeye çabalamak, diyalektiğin bu vazgeçilemez, değiştirilemez, “değiştirilmesi teklif dahi edilemez”(!) kuralının farklı bir perspektifle de irdelenebileceğine dair fikirler uyandırmaya çabalamaktır. Yani genel-geçer düşünsel kalıpların dışına çıkarak, varoluş için çatışmanın şart olmadığını, eşyanın tabiatına aykırı gibi gözükse de barış dolu bir dünyanın da sözkonusu olabileceğini göstermek dileğindeyiz. Tüm bu düşüncelerimizi ortaya koyarken hareket noktamız yine, insanlığın her zor zamanda başvurduğu referans kaynağı olan Klasisizm ve Antikite’dir.
Üç cildini yayınladığım ( Aseksüel Koloni ya da Antiope, Siber Tragedya ya da İphigeneia, Casus Belli ya da Helena) Ölümsüz Antikite adlı roman serisi altı ciltten oluşacaktı. Halihazırda nazımsal teknikle üzerinde çalıştığım dördüncü cilt Yazgıya Direnmek ya da Kassandra bittikten sonra Son Amazon ya da Penthesilea ve son olarak da Galipler Gülemez ya da Elektra adlı ciltler gelecek. Altı antik kadın karakter çevresinde kurulmuş bu nehir romanlar serisinde günümüzdeki “siber” savaşlarla Antikite’deki ünlü Troya Savaşı ve öncesi ve sonrasında cereyan eden olaylar arasında kurulan alegori çerçevesinde anlatılmaktadır her şey. Burada amaçlanan, insan ruhu ve insanlık durumlarının aradan çağlar geçse de değişmeyeceği, savaş ve aşkın ve hükmetme tutkusunun insanlara ne tür tragedyalar yaşatacağını Antikite’den iktibas mesellerle anlatmaktı. Çok iyi bilinir ki, Rönesans ve sonrasındaki Aydınlanma döneminde “Batılı” edebiyatçı, ressam ve düşünürlerin de en yaygın çalışma yöntemi Antikite’den gelen bilgelik, belagat ve erdem kalıtlarını yorumlayarak yeni oluşan dünyada çıkış yolları araştırmaktı. Tüm bu romanları yazarken yaptığım araştırmalar ve yazdığım eserler ve yaşadığım düşünsel fırtınalar sonucunda henüz tamamlanmamış ve yayınlanmamış en son cildin adını Galipler Gülemez olarak koymam bir tesadüf ya da edebi bir şıklıktan ibaret değildir. Bu, üzerinde yıllarca düşünülerek varılmış bir sentezi ifade eden ve benim tüm Antikite’den anladıklarımı en kısa ve öz şekilde ifade eden sözcük tamlamasıdır. Evet; kısaca diyorum ki, insanlık kültürünün dibacesi sayılan tüm bir klasisizmin anafikrini açıklayacak tek bir tümce kurmak gerekse; bunu seçerim: Galipler Gülemez!
Neden Galipler Gülemez? Bu ne anlama geliyor? Bununla ne açıklanmaya çalışılıyor?
Aslında yanıt oldukça basit. Çünkü galipler gerçekten de gülememişlerdir. Üstelik sadece Antikite’de değil. Tarih boyunca! Her büyük zafermiş gibi gözüken savaşın sonucunda olan aynıdır. Galipler de mağluplar gibi trajik sonlara uğramışlardır. Bunun en rafine serimlemesini meş’um Troya Savaşı sonucunda görürüz. Uzun yıllar süren kuşatma sonucunda Troya bir türlü düşmez. Hatta İlyada Destanı sonunda da Troya’nın düştüğünü göremeyiz. İlyada, Yiğit Hektor’un Akhilleus tarafından öldürülmesi ve cesedinin savaş arabasının arkasında Troya surları boyunca, tüm Troyalılar’ın, savaşın çıkmasına neden olan güzeller güzeli Helena’nın, Helena’yı kaçıran Troya’nın küçük prensi Paris’in, Kral Priamos’un, Kral kızı yazgısı kara Kassandra’nın, Helenos’un ve Hektor’un karısı Andromakhe’nin gözleri önünde sürüklenmesi ile sona erer.
Tragedya, insanlığın ortak hafızasında silinemez izler bırakmıştır. Hektor’un yiğitliği, sağduyusu, ülke sevgisi, serinkanlılığı, fedakarlığı ve kahramanlığına rağmen bu trajik sona uğraması denebilir ki Troya’nın manevi olarak çöküşünü ve insanlığa musallat olmuş adaletsiz yazgı geleneğini simgeler. Bu ruhsal yıkıntıdan sonra bir daha Troya’nın ayağa kalkması neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Akhilleus bu tragedyayı Troya’ya öfke ve dehşetle yaşatırken kuşkusuz rakip ordudaki ruhsal çöküntüyü, manevi travmayı meydana getirmek peşindedir. Yani, Hektor’un, en büyük kahramanın, veliaht prensin, bir köpek gibi öldürülüp savaş arabasının arkasında sürüklenmesi, aşağılanması, tüm sevenlerinin çaresiz bakışları altında lime lime edilmesi Akhalılar’ın savaş ve yaşam bilgeliğinin ötesinde insanlığa dair ruhsal meseleleri derinlemesine bildiğini gösterir.
Buna rağmen kalenin teslim olmaması ve umutsuz bir direnişe girişmesi mevcut Akha koalisyonunda çatlaklar yaratma potansiyeli taşımaktadır. İnsanlıkta her savaşçı güç, 21. Yüzyıl’daki Amerikalı işgalciler kadar nikbin değildi. O devirde herkes seferden yenilgiyle dönülemeyeceğini biliyordu. Evinden uzak olanın savaşı çabuk bitirmesi gerektiğini de! Yoksa iş batara girer; problemler çoğalır. En ufak mesele yıkıcı tartışma ve çekişmelere neden olur. Muhalefet azar. Evinden çok uzakta ordusu dağılmış olan ülke ise, karanlık sondan asla kurtulamaz. Nitekim Malazgirt’te mağlup olan İmparator Romanos Diogenes’in, Viyana bozgununda ordusu dağılan Osmanlı’nın, Moskova’nın kışında perişan olan Napoleon Bonaparte’ın, Stalingrad’da batağa saplanan Alman Savunma Gücü Vehrmaht’ın, Afganistan’da mağlup olan Kızıl Ordu’nun başına gelenleri biliyoruz. Hiçbiri huzur içinde evine dönüp, hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam edememişlerdir. Henüz bilemediğimiz sadece Ortadoğu’dan çıkacak Amerika’nın başına neler geleceğidir? Kanımca bunu bilebilmek için de Apollon’a vaadettiği aşkı sunmayan, bu yüzden de tanrısal bir cezaya; geleceği görme ve fakat engelleyememe cezasına çarptırılan bilici Kassandra olmaya hiç de gerek yok! Antikite , sefere çıkıp da başarıyı elde edememenin ne manaya geldiğini biliyordu. Eğer sefere çıktıysan; ya öleceksin; ya da zaferi elde edeceksin! Bu iki olasılığın dışında bir şeyi aklından bile geçirmemelisin! Aksi taktirde sonun sadece felaket olmaz; zillet ve rezalet de olur.
Hektor’a trajik bir ölüm yaşatan Akilleus’un sonu farklı mı olmuştur? Troya düşerken, tanrısal özellikleri dolayısıyla ölümsüz olan Akhilleus, ölümüne neden olabilecek tek yeri olan, bugün tıp biliminde “Aşil tendonu” olarak anılan yerinden okla vurularak öldürülür. Bu adaletsiz ölüm İlyada Destanı’nda yer almaz. Sonraki yazarların anlatı ve eserlerinden bunu öğreniriz. Oku atan ise, beklenmedik bir kişiliktir. Aymaz, uçarı ve tutkun tavırlarıyla tüm bu savaş, kıyım ve yıkıma - görünürde - sebep olan Prens Paris; Yiğit Hektor’un sevgili çapkın kardeşi Paris. Güzeller güzeli Helena’yı Atina Kralı Agamemnon’un kardeşi Sparta Kralı Menelaos’tan kaçırarak kendine karı yapan Paris. O Paris ki; İda Dağı’nda tanrıların ona vaadettiği her şeyi elinin tersi ile iterek dünyanın en güzel kadınını seçmiştir. Böylelikle de savaşın görünür nedenini yani “Casus Belli”sini oluşturmuştur. Menelaos’un kadınını çalmak görünürdeki nedense de, Antik çağın bu medeniyetler savaşının altında yatan asıl nedenlerin o günkü dünyanın hakimiyeti ve ticaret yollarının ele geçirilmesi kavgası olduğunu biliriz.
Troya savaşı hakkındaki efsaneler, savaşın nedenleri, savaşın arka planındaki büyük güçler, Olimpos’taki; Zeus, Artemis, Apollon, Athena, Aphrodite, Ares, Poseidon gibi tanrıların olaya dahil olmasına sebep olan ilişkilerin hepsi alegorik olarak yorumlandığında çok derin göndermeler içerirler. Yani her savaşta, görünenin ötesinde, tüm dünyayı ilgilendirecek bir şekilde herkes taraftır. Sınırlı bir kesimin savaştığına aldanmamak gerekir. Aslında her savaş bir dünya savaşıdır. Her savaşta kırk küpün altındaki küp çekilmiş gibi olur. Ondan sonra da hangi küpün nereye düşeceğini bilebilmek olanaksızdır. Bilinebilen tek şey, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağıdır. Her savaş herkese şu ya da bu şekilde yıkım ve mutsuzluk getirdiği Antik söylencelerle kanıtlanmış bir gerçektir.. Zafer kazanılmış gibi gözükse de mutlu biten savaş yoktur. Unutmayalım ki tarihin gördüğü en büyük savaşın galip kuvvetlerinin organizatör ve lideri Churchill bile savaştan sonraki ilk seçimde koltuğunu muhaliflerine bırakmak zorunda kalmıştır. Kısacası “Galipler Gülemez”. Hiçbir zaman gülemez. Bu hep böyle olmuştur. Ne Antikite’de Troya’da, ne 1918’de İstanbul’da, ne 1945’te Berlin’de, Yalta’da... Ne yetmişler Saygon’unda, ne seksenler Kabil’inde ne de 2000’ler Bağdat’ında bu paradoksal yazgı asla değişmemiştir.
Galiplerinin, tragedya dehalarının insafsız tümce ve replikleriyle yazdığı oyunlarda göreceğimiz akibetinde hiçbir karakterin yazgısı “atları güzel süren” yiğit Hektor’unkine kıyasla daha tercih edilir olmamıştır. Akhilleus yakışık almayacak kadar sıradan, absürd, adaletsiz ve beklenmedik bir ölümle Hades Ülkesi’ne gönderilmiştir. Troya yakılmış yıkılmıştır. Kral Kızı Kassandra , Galip Kral Agamemnon tarafından karı olarak götürülmüştür. Kassandra’ya olan aşkından dolayı bu savaşta Troya tarafını tutmuş “Güneş Tanrı” Apollon bu işin peşini asla bırakmamıştır. Kassandra Atina’ya götürülmüşse de sorunsallar yumağı ardı sıra Akhalılar’la gitmiştir. Savaşın sonrasında meydana gelen felaketler ise savaşa rahmet okutacak kadar korkunçtur. İçine “psiko-seksüel” tragedyaların da bulaştığı binbir insanlık durumuna tanık oluruz. İnsan ruhunun derinliklerine doğru yol alırız. Orada savaşa, yaşama, aşka ve seksüaliteye dair bambaşka açımlamalarla dehşet içinde yüzyüze kalırız. Bu yüzyüze kaldıklarımız; bize günümüz dünyasından son derecede tanıdık gelen binbir olaylar örüntüsünü anımsatır. Troya galibi Agamemnon ya da Bağdat galibi Bush (?!) (Bağdat’a girip de çıkamamayı galibiyetten sayarsak;) farketmez; sonuç şaşırtıcı derecede benzerdir. Ailelere çöken mutsuzluk, nifak, nihilist haller, kişilik meseleleri, aşk üçgenleri, ailenin genç kızlarının yaptığı çılgınlıklar, ülkeleri saran kaos, huzursuzluk, savaşa dair halledilememiş problemler, binbir ekonomik sorun, muhaliflerin muaheze avazeleri vs. Bu yaşananlar sonucunda galipler ailesinin yeni kuşağının her üyesi adeta birer Elektra olup çıkar.
Tüm bu benzerlikler acaba tesadüf olabilir mi? Yoksa edebiyat gerçekten de bu denli güçlü olabilmekte midir? Bu dehşet uyandıran azamette bir sualdir! Ve korkarım yanıtı bellidir.
Savaştan çıkan kişiler arasında en akıllılarından biri Odysseus bile bu trajik finallerden muaf olamamıştır. Bir türlü evine ulaşamayan, açık denizlerde kaybolan ve 30 yıl sürünen bilge savaşçı, akil kişi Odysseus’un başından geçenler apayrı bir destanın konusunu oluşturur. Muzaffer bir komutan olarak Atina’ya dönen Agamemnon’un yanında getirdiği yeni karısı Kassandra’yı ise Kraliçe Klytaimestra asla kabullenmez. Örüntüye Agamemnon’un kızı Elektra ve oğlu Orestes’in de katılmasıyla olaylar tam bir karabasana dönüşür. Klytaimestra’nın; savaşa giden güçleri bir araya getirmek, onları sefere götürecek rüzgarın çıkmasını sağlamak için, kızı İphigeneia’yı Aulis’te tanrılara kurban eden Agamemnon’u affetmeye hiç ama hiç niyeti yoktur. Bunu yaşadığı sürece kocası Agamemnon’un burnundan getirir. Savaşın kazanılmasını sağlayan en önemli kurban, mütebaki yaşamın mutsuzluk ve problemlerinin temel nedeni olur. Bu mizansenlerin her biri bugün adeta gözümüzün önünde yeniden sergilenmektedir. Buradaki edebi alegori ürkütücü bir bilgeliği yansıtmaktadır.
Savaşın sonucu tam bir insanlık tragedyasıdır. Galip Kral Agamemnon’un ailesine mutsuzluk ve nifak çökmüştür. Herkes birbirinden nefret etmekte, kimse kimseye güvenmemektedir. Psiko-seksüel davranış bozukluklarının da devreye girmesiyle olaylar tam bir kaosa dönüşür. İçinden çıkılmaz bir hal alır. Savaş; kazanana da kaybedene de yıkım ve felaketten başka bir şey getirmemiştir. Hiç kimse mutlu olmamış, aksine her şey eskisinden daha da kötü olmuştur. Zaten tarihsel bilgilerimiz Akhalılar’ın sonraki dönemde fazlaca bir varlık gösteremeden tarihin derinkliklerine gömüldüğünü göstermektedir. Pagan çağının bu büyük uygarlığı belki de savaşmamak sağduyusunu gösteremediği için yok olmuştur.
Yerküremizden yüzlerce, belki de binlerce medeniyet gelip geçmiştir de neden insanlık İlyada Destanı çevresinde dönen uygarlıklar çatışmasını asla unutmamıştır?
Bunun nedeni açıktır! Çünkü; burada önemli olan savaş değil edebiyattır. Yani aslında belki de o savaş olmadı; ya da bambaşka bir şekilde oldu. Bu hiç önemli değildir.Ama 3000 yıllık insan, deneyimi, imajinasyonu ve ruhsal duyargası öylesine çalışmış ve öylesine bir mitos örmüştür ki; bunun sonucunda her sıradan savaşta olabilecek olaylar, ediplerce tecrübe edilerek, alegorik ve epik bir anlatım ile görkemli bir bilgelik anıtına dönüştürülmüştür. Bugün Troya Savaşı çevresinde cereyan eden olaylara yeterince dikkatli baktığımızda, herhangi bir savaş için de, çağdaş dünya devletleri arasındaki ilişkiler için de eşi bulunmaz bir klavuz edinmiş oluruz. Klasisizm’in en önemli destanı, aradan geçen 3000 yıla rağmen insanlığa ışık tutmaktadır. Tabii anlayana, analiz edebilene. Sayısız ozan, oyun yazarı ve felsefecinin katılımıyla, adeta imece edercesine insanlığa dair böylesi bir bilgelik rehberinin yaratılması 3000 yıl sürmüştür.
Doğal olarak; bu bilgelik anıtının tamamını yukarıdaki kısacık betimlemelerimiz ile aktarmamız olanaksızdır. Klasisizm ve Antikite , derinlemesine incelenmesi, eğitsel olarak üzerinde durulması, yaşamsal davranışlar sırasında klavuz edinilmesi gereken bir bilgelik söylemidir. Felsefi bir metodla üzerinde çalışılmadan, kavranmadan, irdelenmeden bu bilgelik destanından yarar edinilemez. Bu yararlar edinilemediği sürece de uygarlık olmaz. Ne olur peki? Savaş olur. Barbarlık olur. Bugünkü gibi... Oysa savaş edenler şunu akıllarına sokmalıdırlar: Galipler de mağluplar gibi gülemezler! Bunun en basit kanıtı Antikite’dir. Dahası, farklı amaçlarla girilmiş savaşların sonucunda, bambaşka tuhaf, anlaşılmaz, tesadüfi, absürd ve kafa karıştırıcı sonuçlara ulaşıldığı insanlıkta kaçınılmaz olarak, daima görülen bir durumdur. Zaten Antik söylemin de asıl anlatmak istediği budur. Şöyle ki; -günümüzden birkaç örnek verecek olursak:- Afganistan’da Sovyetler Birliği’ni mağlup etmek ve yıkmak için mücahitlere akıl almaz destekler veren Amerika, bu politikasının sonucunda bugün başına bunların geleceğini bilebilir miydi? Ya da Vietnam’dan yenik ayrıldığı için 20.Yüzyıl’ın en büyük travmasını yaşayan Amerika’nın bu savaş sonucunda farkında olmadan can düşmanı Sovyetler Birliği’ni yıkılma noktasına taşıdığını bilebiliyor muydu? Veya, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’yı parça parça edip mahveden Anglo-Sakson kolonyalistler bugün o Osmanlı’yı yeniden kurabilmek için binbir entrikayı devreye sokmak zorunda kalacaklarını düşünebilirler miydi? Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’yı içten çökertmek için Lenin’i destekleyip ülkesine geçiren ve yüzlerce yıllık Çarlığı yok eden Kayzer acaba o Lenin’in kuracağı Bolşevik Devleti’nin 25 yıl sonra 6,5 milyon Alman’ı öldüreceğini ve Almanya’yı haritadan sileceğini bilse ne yapardı? Ya İkinci Dünya Savaşı mağlubu, mahvolmuş Almanya’nın bugün dünyanın en zengin ve müreffeh ülkelerinden biri olacağı bilinebilir miydi? Veya Birinci Dünya Savaşı’nda evinden, yurdundan çok peygamber yadigari Kabe-yi Mükerreme’yi savunmak için ölümüne savaşan Türk askerlerini İngilizlerle bir olup katleden Araplar, bugün o İngilizler’in otlarına ocaklarına işgalci olarak çökeceğini, çoluk, çocuk, kız, kızan hepsinin hanesine, ırzına, zürriyetine tasallut edeceğini bilebilirler miydi?
Demek ki savaş; düşünüldüğü gibi kazananın her şeyi aldığı basit bir oyun değildir. Aksine çok zaman sonuçları düşünülenlerin çok ötesinde, bilinemez ilişkileri harekete geçirir. Üstelik bu harekete geçen olaylar serisi çok zaman, “galipler”in tragedyalarını hazırlayacak olaylar dizisinin başlangıcıdır. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Alman yıldırım orduları 1939 senesinde Polonya’ya saldırdıklarında, Polonya Ordusu bir süre dayanabilseydi; Almanya “pek az asker” değil de on binlerce asker kaybetseydi, II. Dünya Savaşı, Almanya için yine bu denli yıkıcı olur muydu? Kanımca hayır! Bu kolay galibiyet, Hitler’e cüret ve cesaret vermiş, onu yutamayacağı lokmalara hamle etmeye yönlendirmiştir. Bunun sonucunda kendi de Almanya’da mahvolmuştur. Yani galibiyet burada da felaketlere yol açmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Düşüncelerimin özü şudur; tıpkı edebiyattaki kontenjans sanatında olduğu gibi; bazen olumsuzmuş gibi gözüken olaylar, çok olumlu gelişmelere yol açabilir. Aynı şekilde, çok olumluymuş gibi gözüken bazı olaylar, felaketlerin başlangıcı olabilir! Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna’da öldürülmesi, belki savaş çıkarmak için imparatorluğa güzel bir gerekçe sağladı. Ama girilen savaşın sonucunda imparatorluk yok oldu. Tarih böyle örneklerle doludur. Hatta denebilir ki bu genellenebilir. Olayların gidiş sırasını belirleyemezsiniz ve çok zaman çok iyi durumdayken girdiğiniz bir çatışma, kendi sonunuzu hazırlayan olayların başlangıcı olur. En iyi yetişmiş büyük ustalar bile satrançta olmadık anlarda olmadık mağlubiyetler alırlar. Satranç tutkunu herkes, bir satranç turnuvası kazanmanın bir meydan muharebesi kazanmaktan kat kat zor olduğunu bilir. Çünkü satranç hayatın bir tür simülasyonudur ve olmadık derecede karmaşık ilişikiler silsilesinin sade bir temsilidir. Sade bir temsil böyle olabiliyorsa, varın gerçeğini siz düşünün.
Sözün özü; diyalektiğin en önemli kaidesinin mantığa vurulması ile de özetlenebilir. Eğer yaşamda çatışma esassa ve karşıtlar birlikte; bir arada bulunmak zorundaysa; varoluşun temeli çelişki ise; bir savaşı başlattığınız zaman kendi sonunuzu getirecek süreci de başlatmış oluyorsunuz demektir. Yani, savaşı kazansanız da, karşıtınız artık varolmadığı için siz de anlam taşımayan bir öge haline gelirsiniz. Galiplerin neden gülemediklerinin en basit açıklaması yine bu diyalektik kural içinde saklıdır. Çatışmayı kazansanız ve rakibinizi yok etseniz bile siz artık o eski konseptin unsuru değilsinizdir. Yani rakibiniz yok olurken size en büyük kötülüğü yapar. Sizi anlamınıza, varoluşunuza ve sahip olduğunuz her şeye yabancılaştırır. Kendi kendini yadsımış bir unsur olarak yepyeni bir çelişkiler tahkimatı içinde bulursunuz kendinizi ve bu kez olasılıkla yeni oluşan çatışma sürecinin en büyük kaybetme adayı sizsinizdir. Çünkü sizin döneminiz, yokolan rakibinizinki gibi kapanmıştır; arkaik ve kadük kalmıştır.
Bu basit mantık kuralları, basit usavurumlarla ortaya çıkarılabildiğine göre; rakibini yok etmeye çalışmak sadece, üzerinde yaşadığı organizmayı öldürmekten kendini alıkoyamayarak yanısıra kendi kendini de yok eden habis urların ya da ahmakların düşünce tarzı olabilir. Dolayısıyla tüm savaşlar ahmakçadır. Her savaş, savaşan tarafların tümüne üzüntü ve yıkım getirecektir. Bu, adeta çözülmüş bir matematik problemi kadar net bir sonuçtur. Savaşan herkes, tıpkı bir kanser hücresi kadar beyinsizdir. Üzerinde yaşadığı organizmayı öldüren bünyenin kendinin nerede yaşayacağını düşünmesi gerekmez mi?
Kanımca, galiplerin tragedyalarını ve çıkmaza giren yaşamlarını anlata anlata bitiremeyen Klasisizm’in temel diskurlarından biri, belki de en önemlisi budur. Bu diskur dolaylı olarak çok ilginç bir paradoksa hayat verir. O da şudur: Doğanın ve yaşamın ana kuralı olan, diyalektiğin en önemli ilkesi çatışmasız bir dünyanın olamayacağı kabulüne dayanıyorsa ve çatışan her iki taraf da bu işten yıkımla çıkıyorsa bu çarpıcı bir paradoks oluşturur? Düşünsel olarak en önemli tezi işte bu noktada ortaya atmamız gerekmektedir. O da şudur: Rasyonel olanı becermek sorun değildir. Sıradandır. Olması gereken; zaten hergün olagelendir. Asıl zor olan irrasyonel olanı başarmaktır. İnsanlık irrasyonel olanı becerebildiğinde yücelmiştir. Yaradılış ve doğanın felsefi yasalarına göre barış, irrasyoneldir; aykırıdır. Ama, bu aykırılık yürütülebildiğinde insanoğlu hayatta kalmaya ve evrenin efendisi olmaya hak kazanacaktır. Marifet buradadır.
Antikite’nin ve Klasisizm’in bunun farkına varmış olması muhteşemdir!
Mitoloji Ne İşe Yarar? “Galipler Gülemez”
Savaşın Anlamsızlığı Üzerine Bir Tez
Bazı düşünürler, doğadaki tüm canlıların öldürmeye programlı, yani doğuştan katil olduğunu iddia ederler. Gerçekten de doğaya dikkatli baktığımızda sürekli birbirlerini tüketmeye ve çoğalmaya çabalayan türlerin amansız savaşını görürüz. Genellikle beslenmek ve yaşamını sürdürebilmek amacıyla, kural tanımaksızın karşısına çıkan her canlıyı öldürmeye programlı türlerin hilafına hareket eden bir tür aradığımızda ise olanca azametiyle ve parıltılı zekasıyla insanoğlunu görürüz. İnsanoğlu, öldürme, hayatta kalma ve başarma konusundaki olağanüstü maharetlerine ve “katillerin en yeteneklisi” olmasına rağmen akıl saiki ile hareket etmeyi, kimi canlıları yaşatmayı, kimilerini çoğaltmayı, türleri tükenmekte olanları hayatta kalmaları için desteklemeyi seçmiş; doğanın çeşitlilik içinde varolabileceğini anlamış ve bunu icra etme sorumluluğunu geç de olsa üzerine almış bir türdür. Bu tür, bu planetin sağduyusu ve efendisi olma yetkisini hakedecek bir noktaya doğru hızla yönelmektedir. Her ne kadar kapitalizmin hala tasfiye edilememiş olmasının getirdiği, yıkım, vahşet, acımasızlık, aymazlık, adaletsizlik, ilkellik ve tahribat sürüp gidiyorsa da tünelin ucundaki ışığın gözüktüğü ve bu akıldışı sistemin hitama erdirilmek üzere olduğu artık tüm aklıselim kişiler tarafında teslim edilmektedir.
“Barış ne için lazım? Adalet ne için lazım? Mutlak adaleti bana betimleyebilir misin? Türümüz neden dünyanın efendisi olsun? Neden biz dünyanın selametini üstlenelim? Zaten yaşam ne ki? Neyin anlamı var ki? Başarmak da ne ki? Her şey boş değil mi? Ölümün olduğu yerde konuşmanın ne anlamı var? Senin olmayacağın bir dünya var olmuş sana ne? Geleceği ellerinle tutabilir misin? Ya gerçeği? Ya doğruyu? Ya mutluluğu? Ya dünyanın bekası? Tüm bunların anlamı ne?” türünden henüz yanıtı verilememiş ve dünya durdukça tartışılacak sualleri bir kenara bırakarak çatışmasız bir dünya ütopyası üzerindeki düşünsel egzersizimize devam etmek dileğindeyiz. Bizi alakadar eden çatışmasız bir dünyanın olamayacağı, olsa bile anlamının olamayacağı yönündeki tespitlere günümüz pratiğinden ve klasisizm’den yararlanarak değişik yorumlar getirmeye çabalamak, diyalektiğin bu vazgeçilemez, değiştirilemez, “değiştirilmesi teklif dahi edilemez”(!) kuralının farklı bir perspektifle de irdelenebileceğine dair fikirler uyandırmaya çabalamaktır. Yani genel-geçer düşünsel kalıpların dışına çıkarak, varoluş için çatışmanın şart olmadığını, eşyanın tabiatına aykırı gibi gözükse de barış dolu bir dünyanın da sözkonusu olabileceğini göstermek dileğindeyiz. Tüm bu düşüncelerimizi ortaya koyarken hareket noktamız yine, insanlığın her zor zamanda başvurduğu referans kaynağı olan Klasisizm ve Antikite’dir.
Üç cildini yayınladığım ( Aseksüel Koloni ya da Antiope, Siber Tragedya ya da İphigeneia, Casus Belli ya da Helena) Ölümsüz Antikite adlı roman serisi altı ciltten oluşacaktı. Halihazırda nazımsal teknikle üzerinde çalıştığım dördüncü cilt Yazgıya Direnmek ya da Kassandra bittikten sonra Son Amazon ya da Penthesilea ve son olarak da Galipler Gülemez ya da Elektra adlı ciltler gelecek. Altı antik kadın karakter çevresinde kurulmuş bu nehir romanlar serisinde günümüzdeki “siber” savaşlarla Antikite’deki ünlü Troya Savaşı ve öncesi ve sonrasında cereyan eden olaylar arasında kurulan alegori çerçevesinde anlatılmaktadır her şey. Burada amaçlanan, insan ruhu ve insanlık durumlarının aradan çağlar geçse de değişmeyeceği, savaş ve aşkın ve hükmetme tutkusunun insanlara ne tür tragedyalar yaşatacağını Antikite’den iktibas mesellerle anlatmaktı. Çok iyi bilinir ki, Rönesans ve sonrasındaki Aydınlanma döneminde “Batılı” edebiyatçı, ressam ve düşünürlerin de en yaygın çalışma yöntemi Antikite’den gelen bilgelik, belagat ve erdem kalıtlarını yorumlayarak yeni oluşan dünyada çıkış yolları araştırmaktı. Tüm bu romanları yazarken yaptığım araştırmalar ve yazdığım eserler ve yaşadığım düşünsel fırtınalar sonucunda henüz tamamlanmamış ve yayınlanmamış en son cildin adını Galipler Gülemez olarak koymam bir tesadüf ya da edebi bir şıklıktan ibaret değildir. Bu, üzerinde yıllarca düşünülerek varılmış bir sentezi ifade eden ve benim tüm Antikite’den anladıklarımı en kısa ve öz şekilde ifade eden sözcük tamlamasıdır. Evet; kısaca diyorum ki, insanlık kültürünün dibacesi sayılan tüm bir klasisizmin anafikrini açıklayacak tek bir tümce kurmak gerekse; bunu seçerim: Galipler Gülemez!
Neden Galipler Gülemez? Bu ne anlama geliyor? Bununla ne açıklanmaya çalışılıyor?
Aslında yanıt oldukça basit. Çünkü galipler gerçekten de gülememişlerdir. Üstelik sadece Antikite’de değil. Tarih boyunca! Her büyük zafermiş gibi gözüken savaşın sonucunda olan aynıdır. Galipler de mağluplar gibi trajik sonlara uğramışlardır. Bunun en rafine serimlemesini meş’um Troya Savaşı sonucunda görürüz. Uzun yıllar süren kuşatma sonucunda Troya bir türlü düşmez. Hatta İlyada Destanı sonunda da Troya’nın düştüğünü göremeyiz. İlyada, Yiğit Hektor’un Akhilleus tarafından öldürülmesi ve cesedinin savaş arabasının arkasında Troya surları boyunca, tüm Troyalılar’ın, savaşın çıkmasına neden olan güzeller güzeli Helena’nın, Helena’yı kaçıran Troya’nın küçük prensi Paris’in, Kral Priamos’un, Kral kızı yazgısı kara Kassandra’nın, Helenos’un ve Hektor’un karısı Andromakhe’nin gözleri önünde sürüklenmesi ile sona erer.
Tragedya, insanlığın ortak hafızasında silinemez izler bırakmıştır. Hektor’un yiğitliği, sağduyusu, ülke sevgisi, serinkanlılığı, fedakarlığı ve kahramanlığına rağmen bu trajik sona uğraması denebilir ki Troya’nın manevi olarak çöküşünü ve insanlığa musallat olmuş adaletsiz yazgı geleneğini simgeler. Bu ruhsal yıkıntıdan sonra bir daha Troya’nın ayağa kalkması neredeyse olanaksız hale gelmiştir. Akhilleus bu tragedyayı Troya’ya öfke ve dehşetle yaşatırken kuşkusuz rakip ordudaki ruhsal çöküntüyü, manevi travmayı meydana getirmek peşindedir. Yani, Hektor’un, en büyük kahramanın, veliaht prensin, bir köpek gibi öldürülüp savaş arabasının arkasında sürüklenmesi, aşağılanması, tüm sevenlerinin çaresiz bakışları altında lime lime edilmesi Akhalılar’ın savaş ve yaşam bilgeliğinin ötesinde insanlığa dair ruhsal meseleleri derinlemesine bildiğini gösterir.
Buna rağmen kalenin teslim olmaması ve umutsuz bir direnişe girişmesi mevcut Akha koalisyonunda çatlaklar yaratma potansiyeli taşımaktadır. İnsanlıkta her savaşçı güç, 21. Yüzyıl’daki Amerikalı işgalciler kadar nikbin değildi. O devirde herkes seferden yenilgiyle dönülemeyeceğini biliyordu. Evinden uzak olanın savaşı çabuk bitirmesi gerektiğini de! Yoksa iş batara girer; problemler çoğalır. En ufak mesele yıkıcı tartışma ve çekişmelere neden olur. Muhalefet azar. Evinden çok uzakta ordusu dağılmış olan ülke ise, karanlık sondan asla kurtulamaz. Nitekim Malazgirt’te mağlup olan İmparator Romanos Diogenes’in, Viyana bozgununda ordusu dağılan Osmanlı’nın, Moskova’nın kışında perişan olan Napoleon Bonaparte’ın, Stalingrad’da batağa saplanan Alman Savunma Gücü Vehrmaht’ın, Afganistan’da mağlup olan Kızıl Ordu’nun başına gelenleri biliyoruz. Hiçbiri huzur içinde evine dönüp, hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam edememişlerdir. Henüz bilemediğimiz sadece Ortadoğu’dan çıkacak Amerika’nın başına neler geleceğidir? Kanımca bunu bilebilmek için de Apollon’a vaadettiği aşkı sunmayan, bu yüzden de tanrısal bir cezaya; geleceği görme ve fakat engelleyememe cezasına çarptırılan bilici Kassandra olmaya hiç de gerek yok! Antikite , sefere çıkıp da başarıyı elde edememenin ne manaya geldiğini biliyordu. Eğer sefere çıktıysan; ya öleceksin; ya da zaferi elde edeceksin! Bu iki olasılığın dışında bir şeyi aklından bile geçirmemelisin! Aksi taktirde sonun sadece felaket olmaz; zillet ve rezalet de olur.
Hektor’a trajik bir ölüm yaşatan Akilleus’un sonu farklı mı olmuştur? Troya düşerken, tanrısal özellikleri dolayısıyla ölümsüz olan Akhilleus, ölümüne neden olabilecek tek yeri olan, bugün tıp biliminde “Aşil tendonu” olarak anılan yerinden okla vurularak öldürülür. Bu adaletsiz ölüm İlyada Destanı’nda yer almaz. Sonraki yazarların anlatı ve eserlerinden bunu öğreniriz. Oku atan ise, beklenmedik bir kişiliktir. Aymaz, uçarı ve tutkun tavırlarıyla tüm bu savaş, kıyım ve yıkıma - görünürde - sebep olan Prens Paris; Yiğit Hektor’un sevgili çapkın kardeşi Paris. Güzeller güzeli Helena’yı Atina Kralı Agamemnon’un kardeşi Sparta Kralı Menelaos’tan kaçırarak kendine karı yapan Paris. O Paris ki; İda Dağı’nda tanrıların ona vaadettiği her şeyi elinin tersi ile iterek dünyanın en güzel kadınını seçmiştir. Böylelikle de savaşın görünür nedenini yani “Casus Belli”sini oluşturmuştur. Menelaos’un kadınını çalmak görünürdeki nedense de, Antik çağın bu medeniyetler savaşının altında yatan asıl nedenlerin o günkü dünyanın hakimiyeti ve ticaret yollarının ele geçirilmesi kavgası olduğunu biliriz.
Troya savaşı hakkındaki efsaneler, savaşın nedenleri, savaşın arka planındaki büyük güçler, Olimpos’taki; Zeus, Artemis, Apollon, Athena, Aphrodite, Ares, Poseidon gibi tanrıların olaya dahil olmasına sebep olan ilişkilerin hepsi alegorik olarak yorumlandığında çok derin göndermeler içerirler. Yani her savaşta, görünenin ötesinde, tüm dünyayı ilgilendirecek bir şekilde herkes taraftır. Sınırlı bir kesimin savaştığına aldanmamak gerekir. Aslında her savaş bir dünya savaşıdır. Her savaşta kırk küpün altındaki küp çekilmiş gibi olur. Ondan sonra da hangi küpün nereye düşeceğini bilebilmek olanaksızdır. Bilinebilen tek şey, hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağıdır. Her savaş herkese şu ya da bu şekilde yıkım ve mutsuzluk getirdiği Antik söylencelerle kanıtlanmış bir gerçektir.. Zafer kazanılmış gibi gözükse de mutlu biten savaş yoktur. Unutmayalım ki tarihin gördüğü en büyük savaşın galip kuvvetlerinin organizatör ve lideri Churchill bile savaştan sonraki ilk seçimde koltuğunu muhaliflerine bırakmak zorunda kalmıştır. Kısacası “Galipler Gülemez”. Hiçbir zaman gülemez. Bu hep böyle olmuştur. Ne Antikite’de Troya’da, ne 1918’de İstanbul’da, ne 1945’te Berlin’de, Yalta’da... Ne yetmişler Saygon’unda, ne seksenler Kabil’inde ne de 2000’ler Bağdat’ında bu paradoksal yazgı asla değişmemiştir.
Galiplerinin, tragedya dehalarının insafsız tümce ve replikleriyle yazdığı oyunlarda göreceğimiz akibetinde hiçbir karakterin yazgısı “atları güzel süren” yiğit Hektor’unkine kıyasla daha tercih edilir olmamıştır. Akhilleus yakışık almayacak kadar sıradan, absürd, adaletsiz ve beklenmedik bir ölümle Hades Ülkesi’ne gönderilmiştir. Troya yakılmış yıkılmıştır. Kral Kızı Kassandra , Galip Kral Agamemnon tarafından karı olarak götürülmüştür. Kassandra’ya olan aşkından dolayı bu savaşta Troya tarafını tutmuş “Güneş Tanrı” Apollon bu işin peşini asla bırakmamıştır. Kassandra Atina’ya götürülmüşse de sorunsallar yumağı ardı sıra Akhalılar’la gitmiştir. Savaşın sonrasında meydana gelen felaketler ise savaşa rahmet okutacak kadar korkunçtur. İçine “psiko-seksüel” tragedyaların da bulaştığı binbir insanlık durumuna tanık oluruz. İnsan ruhunun derinliklerine doğru yol alırız. Orada savaşa, yaşama, aşka ve seksüaliteye dair bambaşka açımlamalarla dehşet içinde yüzyüze kalırız. Bu yüzyüze kaldıklarımız; bize günümüz dünyasından son derecede tanıdık gelen binbir olaylar örüntüsünü anımsatır. Troya galibi Agamemnon ya da Bağdat galibi Bush (?!) (Bağdat’a girip de çıkamamayı galibiyetten sayarsak;) farketmez; sonuç şaşırtıcı derecede benzerdir. Ailelere çöken mutsuzluk, nifak, nihilist haller, kişilik meseleleri, aşk üçgenleri, ailenin genç kızlarının yaptığı çılgınlıklar, ülkeleri saran kaos, huzursuzluk, savaşa dair halledilememiş problemler, binbir ekonomik sorun, muhaliflerin muaheze avazeleri vs. Bu yaşananlar sonucunda galipler ailesinin yeni kuşağının her üyesi adeta birer Elektra olup çıkar.
Tüm bu benzerlikler acaba tesadüf olabilir mi? Yoksa edebiyat gerçekten de bu denli güçlü olabilmekte midir? Bu dehşet uyandıran azamette bir sualdir! Ve korkarım yanıtı bellidir.
Savaştan çıkan kişiler arasında en akıllılarından biri Odysseus bile bu trajik finallerden muaf olamamıştır. Bir türlü evine ulaşamayan, açık denizlerde kaybolan ve 30 yıl sürünen bilge savaşçı, akil kişi Odysseus’un başından geçenler apayrı bir destanın konusunu oluşturur. Muzaffer bir komutan olarak Atina’ya dönen Agamemnon’un yanında getirdiği yeni karısı Kassandra’yı ise Kraliçe Klytaimestra asla kabullenmez. Örüntüye Agamemnon’un kızı Elektra ve oğlu Orestes’in de katılmasıyla olaylar tam bir karabasana dönüşür. Klytaimestra’nın; savaşa giden güçleri bir araya getirmek, onları sefere götürecek rüzgarın çıkmasını sağlamak için, kızı İphigeneia’yı Aulis’te tanrılara kurban eden Agamemnon’u affetmeye hiç ama hiç niyeti yoktur. Bunu yaşadığı sürece kocası Agamemnon’un burnundan getirir. Savaşın kazanılmasını sağlayan en önemli kurban, mütebaki yaşamın mutsuzluk ve problemlerinin temel nedeni olur. Bu mizansenlerin her biri bugün adeta gözümüzün önünde yeniden sergilenmektedir. Buradaki edebi alegori ürkütücü bir bilgeliği yansıtmaktadır.
Savaşın sonucu tam bir insanlık tragedyasıdır. Galip Kral Agamemnon’un ailesine mutsuzluk ve nifak çökmüştür. Herkes birbirinden nefret etmekte, kimse kimseye güvenmemektedir. Psiko-seksüel davranış bozukluklarının da devreye girmesiyle olaylar tam bir kaosa dönüşür. İçinden çıkılmaz bir hal alır. Savaş; kazanana da kaybedene de yıkım ve felaketten başka bir şey getirmemiştir. Hiç kimse mutlu olmamış, aksine her şey eskisinden daha da kötü olmuştur. Zaten tarihsel bilgilerimiz Akhalılar’ın sonraki dönemde fazlaca bir varlık gösteremeden tarihin derinkliklerine gömüldüğünü göstermektedir. Pagan çağının bu büyük uygarlığı belki de savaşmamak sağduyusunu gösteremediği için yok olmuştur.
Yerküremizden yüzlerce, belki de binlerce medeniyet gelip geçmiştir de neden insanlık İlyada Destanı çevresinde dönen uygarlıklar çatışmasını asla unutmamıştır?
Bunun nedeni açıktır! Çünkü; burada önemli olan savaş değil edebiyattır. Yani aslında belki de o savaş olmadı; ya da bambaşka bir şekilde oldu. Bu hiç önemli değildir.Ama 3000 yıllık insan, deneyimi, imajinasyonu ve ruhsal duyargası öylesine çalışmış ve öylesine bir mitos örmüştür ki; bunun sonucunda her sıradan savaşta olabilecek olaylar, ediplerce tecrübe edilerek, alegorik ve epik bir anlatım ile görkemli bir bilgelik anıtına dönüştürülmüştür. Bugün Troya Savaşı çevresinde cereyan eden olaylara yeterince dikkatli baktığımızda, herhangi bir savaş için de, çağdaş dünya devletleri arasındaki ilişkiler için de eşi bulunmaz bir klavuz edinmiş oluruz. Klasisizm’in en önemli destanı, aradan geçen 3000 yıla rağmen insanlığa ışık tutmaktadır. Tabii anlayana, analiz edebilene. Sayısız ozan, oyun yazarı ve felsefecinin katılımıyla, adeta imece edercesine insanlığa dair böylesi bir bilgelik rehberinin yaratılması 3000 yıl sürmüştür.
Doğal olarak; bu bilgelik anıtının tamamını yukarıdaki kısacık betimlemelerimiz ile aktarmamız olanaksızdır. Klasisizm ve Antikite , derinlemesine incelenmesi, eğitsel olarak üzerinde durulması, yaşamsal davranışlar sırasında klavuz edinilmesi gereken bir bilgelik söylemidir. Felsefi bir metodla üzerinde çalışılmadan, kavranmadan, irdelenmeden bu bilgelik destanından yarar edinilemez. Bu yararlar edinilemediği sürece de uygarlık olmaz. Ne olur peki? Savaş olur. Barbarlık olur. Bugünkü gibi... Oysa savaş edenler şunu akıllarına sokmalıdırlar: Galipler de mağluplar gibi gülemezler! Bunun en basit kanıtı Antikite’dir. Dahası, farklı amaçlarla girilmiş savaşların sonucunda, bambaşka tuhaf, anlaşılmaz, tesadüfi, absürd ve kafa karıştırıcı sonuçlara ulaşıldığı insanlıkta kaçınılmaz olarak, daima görülen bir durumdur. Zaten Antik söylemin de asıl anlatmak istediği budur. Şöyle ki; -günümüzden birkaç örnek verecek olursak:- Afganistan’da Sovyetler Birliği’ni mağlup etmek ve yıkmak için mücahitlere akıl almaz destekler veren Amerika, bu politikasının sonucunda bugün başına bunların geleceğini bilebilir miydi? Ya da Vietnam’dan yenik ayrıldığı için 20.Yüzyıl’ın en büyük travmasını yaşayan Amerika’nın bu savaş sonucunda farkında olmadan can düşmanı Sovyetler Birliği’ni yıkılma noktasına taşıdığını bilebiliyor muydu? Veya, Birinci Dünya Savaşı sonunda Osmanlı’yı parça parça edip mahveden Anglo-Sakson kolonyalistler bugün o Osmanlı’yı yeniden kurabilmek için binbir entrikayı devreye sokmak zorunda kalacaklarını düşünebilirler miydi? Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusya’yı içten çökertmek için Lenin’i destekleyip ülkesine geçiren ve yüzlerce yıllık Çarlığı yok eden Kayzer acaba o Lenin’in kuracağı Bolşevik Devleti’nin 25 yıl sonra 6,5 milyon Alman’ı öldüreceğini ve Almanya’yı haritadan sileceğini bilse ne yapardı? Ya İkinci Dünya Savaşı mağlubu, mahvolmuş Almanya’nın bugün dünyanın en zengin ve müreffeh ülkelerinden biri olacağı bilinebilir miydi? Veya Birinci Dünya Savaşı’nda evinden, yurdundan çok peygamber yadigari Kabe-yi Mükerreme’yi savunmak için ölümüne savaşan Türk askerlerini İngilizlerle bir olup katleden Araplar, bugün o İngilizler’in otlarına ocaklarına işgalci olarak çökeceğini, çoluk, çocuk, kız, kızan hepsinin hanesine, ırzına, zürriyetine tasallut edeceğini bilebilirler miydi?
Demek ki savaş; düşünüldüğü gibi kazananın her şeyi aldığı basit bir oyun değildir. Aksine çok zaman sonuçları düşünülenlerin çok ötesinde, bilinemez ilişkileri harekete geçirir. Üstelik bu harekete geçen olaylar serisi çok zaman, “galipler”in tragedyalarını hazırlayacak olaylar dizisinin başlangıcıdır. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Alman yıldırım orduları 1939 senesinde Polonya’ya saldırdıklarında, Polonya Ordusu bir süre dayanabilseydi; Almanya “pek az asker” değil de on binlerce asker kaybetseydi, II. Dünya Savaşı, Almanya için yine bu denli yıkıcı olur muydu? Kanımca hayır! Bu kolay galibiyet, Hitler’e cüret ve cesaret vermiş, onu yutamayacağı lokmalara hamle etmeye yönlendirmiştir. Bunun sonucunda kendi de Almanya’da mahvolmuştur. Yani galibiyet burada da felaketlere yol açmaktan başka bir işe yaramamıştır.
Düşüncelerimin özü şudur; tıpkı edebiyattaki kontenjans sanatında olduğu gibi; bazen olumsuzmuş gibi gözüken olaylar, çok olumlu gelişmelere yol açabilir. Aynı şekilde, çok olumluymuş gibi gözüken bazı olaylar, felaketlerin başlangıcı olabilir! Birinci Dünya Savaşı’nın çıkmasına neden olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu veliahtının Saraybosna’da öldürülmesi, belki savaş çıkarmak için imparatorluğa güzel bir gerekçe sağladı. Ama girilen savaşın sonucunda imparatorluk yok oldu. Tarih böyle örneklerle doludur. Hatta denebilir ki bu genellenebilir. Olayların gidiş sırasını belirleyemezsiniz ve çok zaman çok iyi durumdayken girdiğiniz bir çatışma, kendi sonunuzu hazırlayan olayların başlangıcı olur. En iyi yetişmiş büyük ustalar bile satrançta olmadık anlarda olmadık mağlubiyetler alırlar. Satranç tutkunu herkes, bir satranç turnuvası kazanmanın bir meydan muharebesi kazanmaktan kat kat zor olduğunu bilir. Çünkü satranç hayatın bir tür simülasyonudur ve olmadık derecede karmaşık ilişikiler silsilesinin sade bir temsilidir. Sade bir temsil böyle olabiliyorsa, varın gerçeğini siz düşünün.
Sözün özü; diyalektiğin en önemli kaidesinin mantığa vurulması ile de özetlenebilir. Eğer yaşamda çatışma esassa ve karşıtlar birlikte; bir arada bulunmak zorundaysa; varoluşun temeli çelişki ise; bir savaşı başlattığınız zaman kendi sonunuzu getirecek süreci de başlatmış oluyorsunuz demektir. Yani, savaşı kazansanız da, karşıtınız artık varolmadığı için siz de anlam taşımayan bir öge haline gelirsiniz. Galiplerin neden gülemediklerinin en basit açıklaması yine bu diyalektik kural içinde saklıdır. Çatışmayı kazansanız ve rakibinizi yok etseniz bile siz artık o eski konseptin unsuru değilsinizdir. Yani rakibiniz yok olurken size en büyük kötülüğü yapar. Sizi anlamınıza, varoluşunuza ve sahip olduğunuz her şeye yabancılaştırır. Kendi kendini yadsımış bir unsur olarak yepyeni bir çelişkiler tahkimatı içinde bulursunuz kendinizi ve bu kez olasılıkla yeni oluşan çatışma sürecinin en büyük kaybetme adayı sizsinizdir. Çünkü sizin döneminiz, yokolan rakibinizinki gibi kapanmıştır; arkaik ve kadük kalmıştır.
Bu basit mantık kuralları, basit usavurumlarla ortaya çıkarılabildiğine göre; rakibini yok etmeye çalışmak sadece, üzerinde yaşadığı organizmayı öldürmekten kendini alıkoyamayarak yanısıra kendi kendini de yok eden habis urların ya da ahmakların düşünce tarzı olabilir. Dolayısıyla tüm savaşlar ahmakçadır. Her savaş, savaşan tarafların tümüne üzüntü ve yıkım getirecektir. Bu, adeta çözülmüş bir matematik problemi kadar net bir sonuçtur. Savaşan herkes, tıpkı bir kanser hücresi kadar beyinsizdir. Üzerinde yaşadığı organizmayı öldüren bünyenin kendinin nerede yaşayacağını düşünmesi gerekmez mi?
Kanımca, galiplerin tragedyalarını ve çıkmaza giren yaşamlarını anlata anlata bitiremeyen Klasisizm’in temel diskurlarından biri, belki de en önemlisi budur. Bu diskur dolaylı olarak çok ilginç bir paradoksa hayat verir. O da şudur: Doğanın ve yaşamın ana kuralı olan, diyalektiğin en önemli ilkesi çatışmasız bir dünyanın olamayacağı kabulüne dayanıyorsa ve çatışan her iki taraf da bu işten yıkımla çıkıyorsa bu çarpıcı bir paradoks oluşturur? Düşünsel olarak en önemli tezi işte bu noktada ortaya atmamız gerekmektedir. O da şudur: Rasyonel olanı becermek sorun değildir. Sıradandır. Olması gereken; zaten hergün olagelendir. Asıl zor olan irrasyonel olanı başarmaktır. İnsanlık irrasyonel olanı becerebildiğinde yücelmiştir. Yaradılış ve doğanın felsefi yasalarına göre barış, irrasyoneldir; aykırıdır. Ama, bu aykırılık yürütülebildiğinde insanoğlu hayatta kalmaya ve evrenin efendisi olmaya hak kazanacaktır. Marifet buradadır.
Antikite’nin ve Klasisizm’in bunun farkına varmış olması muhteşemdir!
htakarsu@gmail.com
www.myspace.com/hikmettemelakarsu