1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz, Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum. Onat’sa “Ben de o dili madrigallere dönüştüreceğim…” diyor.
Bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, “kendi için varlık olma” durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir.
Ataerkil dünyanın kadına biçtiği rol bilinçdışı belki ana rahminden başlayarak algılanıyor. Cinsiyet ayrımını ilkin bilinçsiz de olsa yaşıyorsunuz. Çok yakıcı bir şey, aşağılanma! Bu durumun dışına çıkma, özgürleşme, birey olma, “kendi için varlık” olma şansı, çok sayıda eril kategorileri aşmaktan geçiyor.
1960’larda televizyon evlere girdiğinde biraz daha demokrattı bilgi, şimdi ise insanlar arasındaki uçurum büsbütün derinleşiyor. Neredeyse eş dili konuşmaz oluyoruz.
Medya daha da devleşip, denetimsiz bir boyuta vararak, dünyamızı bir baştan bir başa, Medeia’nın alevden giysisiyle kaplayacaktır.
Önerilen ödünü; ünü, gücü, saltanatı görmezden gelebiliriz diyor gibiyim zaman zaman. Bir yazar gücü ne yapsın ki! Gerçek yazar güçten de ünden de utanır; nasıl bir dünyanın kendisine onun sunduğunun bilincindedir…
Halkın bildiği ise hüzünden çok ızdırap, çile, kahır ve zulümdür.
Bir yazarın yaşadıklarıyla sanatının birbirini yalancı çıkarmaması, iyi bir sanat ürününün ölçülerinden biridir. Tek ölçü olmasa da…
İnsan yaralıdır. Hasta ve deli dendiğinde içine “demon” olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayanarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek… Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metnini yaratmaktan başka; okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim.
Ölümler gördüm: Dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı!... Gene de duramadım, yazdım. Evet öyküler, şiirler ve roman…
Ben sadece sesli düşünüyorum, yani yazarak…
Not: Bu metin, Sayın Leylâ Erbil’in ağır hastalığı nedeniyle eline kalemin uzak düştüğü koşullarda, PEN yönetimine verdiği yetki ve izin sınırları içinde yapıtlarından yapılan alıntılarla Sabri Kuşkonmaz tarafından oluşturulmuştur.
Leylâ Erbil’den Dünya Öykü Günü İçin Saptamalar
1954-55 yılları olmalı. Taksime doğru ilerliyoruz, Galatasaray Lisesi önlerindeyiz ve Onat’la yan yana düşmüşüz, Türk edebiyatını nasıl yenileştireceğimizi tartışıyoruz. Ben, insanları anlatmakta yetersiz kalan bu dili, bu kalıpları değiştireceğimi söylüyorum. Onat’sa “Ben de o dili madrigallere dönüştüreceğim…” diyor.
Bu ülkede düşünceyi doğrulukla açıklamak, gerçekleri ortaya dökmek, “kendi için varlık olma” durumu, hayatını ortaya koymakla eşittir.
Ataerkil dünyanın kadına biçtiği rol bilinçdışı belki ana rahminden başlayarak algılanıyor. Cinsiyet ayrımını ilkin bilinçsiz de olsa yaşıyorsunuz. Çok yakıcı bir şey, aşağılanma! Bu durumun dışına çıkma, özgürleşme, birey olma, “kendi için varlık” olma şansı, çok sayıda eril kategorileri aşmaktan geçiyor.
1960’larda televizyon evlere girdiğinde biraz daha demokrattı bilgi, şimdi ise insanlar arasındaki uçurum büsbütün derinleşiyor. Neredeyse eş dili konuşmaz oluyoruz.
Medya daha da devleşip, denetimsiz bir boyuta vararak, dünyamızı bir baştan bir başa, Medeia’nın alevden giysisiyle kaplayacaktır.
Önerilen ödünü; ünü, gücü, saltanatı görmezden gelebiliriz diyor gibiyim zaman zaman. Bir yazar gücü ne yapsın ki! Gerçek yazar güçten de ünden de utanır; nasıl bir dünyanın kendisine onun sunduğunun bilincindedir…
Halkın bildiği ise hüzünden çok ızdırap, çile, kahır ve zulümdür.
Bir yazarın yaşadıklarıyla sanatının birbirini yalancı çıkarmaması, iyi bir sanat ürününün ölçülerinden biridir. Tek ölçü olmasa da…
İnsan yaralıdır. Hasta ve deli dendiğinde içine “demon” olanı da alacaktı. O vakit artık sizin bu yeni insanla ne yapacağınıza sıra gelmiştir. Yeteneğinize göre, parçalanmayı, yabancılaşmayı (cinselliği de içine alarak) kapitalizmin nesnel gerçeğine dayanarak anlatabilmek; asıl temelde hepimizi güden ölüm korkusuyla cebelleşerek kendi dilini yaratabilmek… Yazarken asla okuyucuyu düşünmedim. Kendi dilimi, metnini yaratmaktan başka; okuru eğlendirmeyi, kaç satacağımı, beğenilip beğenilmeyeceğimi, eleştirmenlerin hoşlanacağı gibi yazmayı falan hiç düşünmedim.
Ölümler gördüm: Dostlarımın, yakınlarımın ölümlerini, halkın acılarını, işkenceye dönüşen yaşamlarını, iktidarların soysuzluklarını. Seyretmekten tiksindiğim bir dünyayla karşı karşıya kaldım. İnsanlarda doymak bilmez morarmış bir tutku, şimdiden küçük düşmüş hırslar, tam bilemiyorum bir uzaklaşma, insanı açıklamak kolay mı!... Gene de duramadım, yazdım. Evet öyküler, şiirler ve roman…
Ben sadece sesli düşünüyorum, yani yazarak…
Not: Bu metin, Sayın Leylâ Erbil’in ağır hastalığı nedeniyle eline kalemin uzak düştüğü koşullarda, PEN yönetimine verdiği yetki ve izin sınırları içinde yapıtlarından yapılan alıntılarla Sabri Kuşkonmaz tarafından oluşturulmuştur.